Röportaj: 14 Temmuz Ölüm Orucu Direnişinin öncülerinden Fuat Kav Zindan direnişini anlattı!
14 Temmuz 2016, 12:30 - Okunma: 816 

14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu'nun yıldönümünde Aryen Haber, Diyarbakır 5 Nolu Zindan direnişi öncülerinden Fuat Kav ile röportaj yaptı.

Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi dünyanın en vahşi işkencesinin yapıldığı cezaevi olarak bilinir. PKK'li tutsakların Diyarbakır 5 Nolu Zindanı'nda başlattıkları ölüm orucu direnişi tarih sayfalarında yerini kalın puntolarla yazdırdı. Aryen Haber, bu direnişin öncülerinden Fuat Kav ile röportaj yaptı. Aryen Haber olarak Fuat Kav ile yaptığımız röportajın tamamı şöyle;

14 Temmuz büyük ölüm orucu zamanında direnişin gerçekleştiği Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi'ndeydiniz ve ölüm orucu direnişine de katıldınız. 35 yıl sonra 14 Temmuz zindan direnişini değerlendirirken ölüm orucuna neden gidildiğini anlatır mısınız? Ölüm orucuna girmeye nasıl karar verdiniz?

Aradan 35 yılın geçtiği bir eylemsel süreci değerlendirmek, bugünden o güne gidip 14 Temmuz'u, eylemi yeniden değerlendirmek, daha da önemlisi o günün koşullarında şekillenen ve dört arkadaşımın hayatını kaybettiği bir eylemi bir kez daha ele alıp değerlendirmek gerçektende zordur. Hem de çok zor. Özellikle de o günleri yaşarken, mutlaka öleceğimizi düşünürken, ordan sağ çıkıp, aradan 35 yıl geçmiş olmasına rağmen 14 Temmuz eylemini anlatmak çok daha zor ve bir anlamda anlaşılmaz bir durumdur benim için.

Nasıl yani? Sağ çıkmayacağınızı, hepinizin öleceğinizi, ve o günü anlatma fırsatı elinize geçmeyeceğinizi mi düşünüyordunuz?

Evet, doğru. Çıkacağımızı düşünmüyorduk. Tahliye olup fiziki olarak özgür olacağımızı düşünmek bir yana, hepimiz orada, o zindanda, Diyarbarbakır 5 No’lu’da kesin bir biçimde öleceğimzi düşünüyorduk. Tahliye, dışarıya çıkma, fiziki özgürlüğe kavuşma ve üstelik çıktıktan sonra o vahşeti anlatma...Bunları değil düşünmemiz, hayal etmemiz bile mümkün değildi. Bu bir anlamda lükstü ve insani olan bir durumu düşünme fırsatmız da yoktu o zaman. “Hepimiz öleceğiz” diye düşünüyorduk..

Peki ilk sorunun yanıtına gelirsek, ne diyeceksiniz? 14 Temmuz eylemine neden başladınız, amacınız neydi ve sonuçları kesin ölüm olacak bir eylem biçimini neden tercih ettiniz?

12 Eylül darbesinin esas nedenlerinden birisi PKK hareketini etkisiz hale getirmekti. Türkiye’nin uluslararası düzeyde oynamış olduğu stratejik konumunun bir gereği olarak yapılmış yönleri olsa da, darbe, esas olarak Kürdistan ve Türkiye’de gelişen özgürlük ve devrimci hareketini bastırmak için gerçekleştirilmişti. Darbenin esas amacı buydu. Ortadoğu’yu Sovyetler Birliği’nden koruma, Türkiye’nin, gelişen sosyalist ve yükselen ulusal kurtuluş hareketlerine karşı bir jandarma olarak kullanma gibi genel ve özgün boyutları olsa da, darbe esas olarak Kürdistan özgürlük devrimine ve Türkiye sosyalist çalışmalarına karşı yapılmış büyük bir karşı-devrim hamlesiydi.
Amaç Türkiye’yi devrimden korumak, sosyalist iradeyi kırmak, Kürdistan özgürlük mücadelesini bastırmaktı. Karşılarında ciddi bir irade gösterecek güçler vardı ve hedefleyeceği güçleri yok etmek için de oldukça sert ve vahşiyane bir yönelim içerisinde olacaklardı. Hedef Türkiye sosyalist hareketleri, devrimci, aydın ve demokratlardı. Elbetteki PKK hareketi, onun hedef sıralamasının birinci basamağında yer alıyordu. Devlete göre isyan eden ve bu isyanı bitirmek amacıyla iktidarı ele geçiren askeri darbenin hedefi elbette ki PKK olacaktı.

Ancak PKK askeri darbe olmadan önce bir darbenin olacağını görmüş, koşulların zorlaşacağını ve dolayısıyla bir önlem olarak geri çekilmenin daha doğru bir taktik olacağını düşünerek geri çekilmişti. Daha doğrusu önce Başkan Abdullah Öcalan Ortadoğu’ya gitmiş, darbeden sonra da diğer güçlerini bulunduğu alana çekmişti. Bu noktada darbeyi yapanlar boşa düşmüş, esas olarak vurulması, tasfiye edilmesi, yok edilmesi gereken güç geri çekilmişti.

Ancak cunta deyim yerindeyse B planı devreye soktu. Yani elinde bulunan, zindanda tutsak konumunda olan tutsaklara yönelme kararı aldı. Aslında bu karar da A planı ile birlikte ele alınmıştı ve her iki planla PKK’yi bitirecekti cunta. Önce dışarıda genel bir operasyonla PKK kadroları tutsak edilecek, daha sonra bunlar zindanda uygulanacak özel bir planlamayla Kürt Özgürlük Hareketi içeride, zindanda çökertilecekti. Yani önce yapılacak büyük “temizlik” operasyonu ile büyük bir yönelim gerçekleştirilecek, bu yönelimde öldürülenler öldürülecek, vurulanlar vurulacak, geri kalanlar da tutuklanıp zindana alınacaklardı. Zindandaki uygulama ise bu çökertme hareketinin son perdesi olacaktı. İşte cunta bu amaçla, bu hedefle zindanlara yöneldi. Zindandaki programını ve planlamasını bu bilinçle düzenledi. Planlamanın gereği olarak PKK zindanlarda bitirilecekti. Ama öylesine bir yok etme-bitirme olmayacak, deyim yerindeyse “rezil u rüsva” ederek yapacaktı.
PKK’nin en gözde kadroları itirafçı konumuna sokulacaktı. Örneğin Hayri Durmuş, Kemal Pir, Mazlum Doğan gibi öncü kadrolar mahkemelerde, özel duruşmalarının yapıldığı duruşmalarda, savcılara verdikleri ifadelerde, yerel ve yabancı medyada pişman olduklarını, yanlış yaptıklarını, Türk Halkı'na, Türk Ordusu'na, Türk Polisi'ne karşı suç işlediklerini söyleyeceklerdi. Aslında Ermenilerin, Rumların, Yunan ve Türk düşmanı devletler tarafından yönlendirildiklerini, yabancılardan, Rusya’dan, Çin’den büyük miktarda para aldıklarını söyleyecekler ve darbe ile Kenan Evren'le birlikte Türk düşmanlarına karşı savaşmaya hazır olduklarını haykıracak ve af dileyeceklerdi.

Hedef böylesi korkunçtu. Bunun engellenmesi, buna karşı direnilmesi, PKK’nin içeride de olsa mutlaka savunulması, devrimci onurun korunması, yeni Kürt denilen kişiliğin mutlak anlamında savunulması gerekiyordu. İşte 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu bu amaçla gündeme geldi…
Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi'nden bahsedilirken dünyanın en ağır işkencesinin yaşandığı cezaevi olarak tanımlanır. En çok da Vietnam cezaeviyle kıyaslanır. Diyarbakır Cezaevi'nde yaşanan vahşetin günümüzde bilince çıkarıldığını düşünüyor musunuz? Vahşetin boyutlarını kısaca anlatabilir misiniz?
Vahşet tarif edilmez, vahşet anlatılmaz, vahşet ifade edilemez. Vahşet dönemlerini insanlık tarihinin ilk çağlarında, insan olma bilincine, onurlu davranma algısına, ahlaki ve namuslu olma ruhuna ulaşmamış bir dönem olarak değerlendirmek mümkün. Eğer bu dönem, bu süreç gerçekten de insanlık tarihinde var olmuşsa ve böylesi bir süreç yaşanmışsa, bu süreç insanlık tarihinde özel bir yer olarak ele alınmalı diye düşünüyorum. Eğer varsa böylesi bir süreç, yine de bir yere kadar o "insan olma bilincine" varılmadığı için yaşanan vahşete anlam vermek mümkün olabiliyor. Çünkü doğal bir gelişim süreci oluyor. Bilincin ve insan ruhununun yeterince oturmadığı bir süreç oluyor. Dolayısıyla uygulamalar da doğal oluyor, çok aykırı düşmüyor o günün koşullarında…

Ama 20.yüyılda vahşet denilen bir sürecin yaşanması elbette ki çok daha farklı bir durum. Bu çağ insanın en çok geliştiği çağdır, düşünce ve bilincin derin olduğu bir süreçtir. Bu derin düşünce ve bilinçle vahşeti yaşamak ve yaşatmak elbette ki çok daha korkunç olur. Gerçekten de ahlakın ve insan olma kültürünün olmadığı, ama analitik zekânın ve bu zekânın oluşturduğu soyutlama düzeyindeki düşünce ve bu düşüncenin oluşturduğu bilincin eliyle uygulanacak vahşetin tarifi olmaz. Burada analitik zekâ, derin düşünce ve derin bilinç devreye giriyor. Vahşet bu üçlem üzerinden inşa ediliyor. Bu üçlem çok kirli, çok sinsi bir amaçla, inkârla, soykırımla kan ve irinle yoğrulmuş ve donanıyor. Ve bunu uygulayanların başında da Esat Oktay Yıldıran gibi insanlıktan, ahlaktan, şeref ve namustan zerre kadar nasibini almamış bir yaratık bulunuyor.

Sadece vahşet koşullarında vahşetin tüm kuralları uygulanmıyordu. Analitik zekâ geçmişteki vahşeti binlere katarak yeniden yeniden üretiyordu. Var olan yetmiyordu, tarihte uygulanan vahşet kuralları ihtiyaca cevap vermiyordu, tarihin en eski çağda kalan işkence yöntemleri de bu döneme yanıt vermiyordu. Aslında 5 No’lu Amed Zindan’ı sözcüğün gerçek anlamıyla bir işkence üretme merkeziydi. Bu genel belirlemelerden pratik uygulamaları siz çıkartın artık. Şöyle de söylenebilir; sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar, gecenin ilk anından, gündüzün son anına kadar, gündüzden gecenin son demine kadar korkunç işkenceler yapılıyordu.

5 No'lu cezaevi, Saygon zindanıyla kıyaslanır ama bence Saygon zindanını çok çok aşan bir uygulama söz konusuydu. Elbette ki Saygon zindanında da büyük bir vahşet yaşatılmıştı, orada da devrimciler, yurtseverler korkunç işkencelere tabii tutulmuştu. Orada da ABD büyük suçlar işlemişti. Ama orada işkencenin sınırı vardı, işkence bir yere kadar yapılıyordu ve sonsuz-sınırsız değildi. Okumuştum Saygon zindanındaki süreci. Okuduğumda “olamaz” demiştim. “İnsanlar dayanamaz” ve dolayısıyla “böyle bir uygulama olamaz” demiştim. Hatta “eğer Saygon’da bu kadar vahşet uygulanmışsa o zaman herkesin ölmesi gerekiyordu” diye düşünmüştüm. Sonra 5 No’lu zindanı görünce Saygon’da yapılanların doğru olduğunu anladım. Sadece doğruluğunu anlamadım aynı zamanda çoğu zaman “keşke orada yaşasaydım” dediğim olmuştu. Çünkü gerçekten de bize yapılanların eşi benzeri yoktu. Tarihin en barbar dönemlerinde, en karanlık çağlarında çok acımasızca yapılan uygulamalar vardır, ama bize yapılanların benzeri yoktur. Tabi ki sorun derinlikli, boyutlu ve çok yölnüdür. Kısacası kitaplarla ifade edemeyeceğimiz kadar derin.








Peki, neden Saygon’dan daha öte bir Saygon?

Çünkü ABD Saygon’da tutsak olan Vietnamlı savaş esirlerini Amerikalılaştırma için çaba sarf etmiyordu. ABD’nin planlamasında Vietnamlıları Amerikalaştırma yoktu, böyle bir politika izlemiyordu ve Vietnamlıları Vietnamlılar olarak görüyordu. Tutsakların pişman ettirilmesi ve onlara acı çektirilmesi politikası ile bir planlama temelinde işkence ediliyordu. Yani işkencenin amacı acı çektirmek, tutsaklara pişmanlığı dayatmak ve onları mücadeleden uzaklaştırmaktı. Ama 5 No’lu Zindan'da yapılan işkencenin amacı Kürt tutsakları Türkleştirmekti. Burada bir ulusun, bir halkın inkârı vardı ve bu ulusa, bu halka mensup olan devrimcilerin, yurtseverlerin Türkleştirilme politikası söz konusuydu.

“Hey adam, ben Türküm diye bağır” dayatması vardı. “Hey, ulan bölücü, ‘ben Kürt değilim, kandırıldım, aslında Türküm, sadece Türk değilim Türkoğlu Türküm, yedi sülalemin Türk olduğunu biliyorum, soyum sopum, tarihim, kanım, canım her şeyimle Türküm’ diyeceksin” diyen korkunç bir politika dayatılıyordu. Aradaki fark buydu. Fark bu olunca doğal olarak uygulama ve işkencenin boyutu da değişik olacak. İşte bunun için 5 Nolu'da yapılanlar Saygon’u çok çok aşan bir uygulamaydı.

Birçok kesim "PKK zindanda doğdu" diyor. PKK'nin öncü kadrolarından önemli bir kesiminin o dönem tutsak olduğunu biliyoruz. Cezaevinde yaşanan direnişin dışarda partiye ve halka etkisi nasıl oldu?

PKK’nin yeniden zindanda doğduğu belirlemesi doğru. Çünkü PKK’yi zindandan teslim alarak bitirmek istiyorlardı. Hayri Durmuş’un, Kemal Pir’in, Mazlum Doğan’ın, şimdi dağlarda hala PKK saflarında üst düzeyde çalışma yapanların PKK’ye karşı tutum aldıklarını, itirafçı Şahin Dönmez ve Yıldırım Merkit gibi devletle işbirliği içerisine girmiş olduklarını ve yaklaşık üç bin civarında bulunan PKK tutsaklarının mahkemelerde devletle işbirliği temelinde hareket ettiklerini düşünün. Bu bir felaket olurdu değil mi? İşte Diyarbakır Zindan Direnişi bu felaketi önlemiştir...

 
Yukarı