Tarihin en barbar ulus-devletlerinden birisi olan Türk devletinin, gerçekten de barbarlığın hakkını veren bir devlet olarak hâlâ varlığını aynı sıfatla sürdürdüğü kesindir. Barbarlığı daha aşiret halindeyken öğrenen, daha sonraki yıllarda bu barbarlığı bir yaşam biçimine dönüştüren ve giderek devlet konumuna gelen Türk ulusu, ne yazık ki hâlâ aynı barbarlık konumunu sürdürmektedir.

Türk ulusu barbarlığı daha emekleme sürecinde öğrendiğinden bunu sadece bir alışkanlık değil, aynı zamanda bir hayat biçimi olarak algılamış ve bu algılamayı giderek bir tarza, bir yönteme, bir kültüre, bir ahlâka dönüştürmüştür.

Alışkanlık ile algılama, giderek bellek kazanma, daha sonra bunun ahlâk ve kültürel bilince dönüşme durumu, sonradan elden edilen bir alışkanlıktan oldukça  daha tehlikelidir. Bu tehlikeli halin barbarlığı sadece normal görme değil, onun bir yaşam biçimi, olmazsa olmaz bir kültür ve ahlâksal davranış olarak görülmesi anlamına gelir ki, bunun gerçekten de korkunç bir ‘şeyi’ ifade ettiği/edeceği kesindir.

Barbarlığın ruhsal ve düşünsel bir hal alması, onun bir kültür ve yaşam felsefesi olarak görülmesi, onun mutlaka yaşanması ve yaşatılmasına dönük bir duruş haline getirilmesi, elbette ki çok daha katmerli bir durumu ifade eder. Biliyoruz ki bir şey ahlâk ve kültür haline getirilirse, o şey aynı zamanda kutsallaştırılır, dokunulmaz bir hal olarak görülür. Bu da giderek bir düşünsel, bilinçsel ve ideolojik hale dönüşür. Bu durumda da onun hayata geçirilmesi için ne gerekiyorsa o yapılır. Bunun için barbar ordular da kurulur, insan kanıyla beslenen vampirler de yaratılır, ülkeler de işgal edilir, katliamlar da yapılır, soykırımlar da gerçekleştirilir. Köyler, şehirler, mahalle ve kasabalar da haritadan silinir. Kadınlar da vurulur, çocuklar da öldürülür, genç başlar bedenlerden de koparılır. Kısacası, Kobanê gibi, Cizre, Silopi, Nusaybin, Sur, Şırnak  gibi şehirler de harebeye çevirilir.

Sadece bu da değil. Biliyoruz ki Türk ulus-devletinin barbarlığı sadece bugünlerde yaptığı uygulamalar değildir. Tarihi kanla, irinle, vahşetle yoğrulmuş bu ulus-devletin en yalın hali Diyarbakır 5 No’lu Zindanı’nda çok daha yalın bir biçimde görülmüştür.

14 Temmuz fedaileri

Temmuz ayı olması itibariyle Diyarbakır 5 No’lu Zindanı’nda yapılanları ve buna karşı ortaya çıkan büyük direnişin vurgulanması elbette ki anlamlı olacaktır. Hem Türk-ulus barbarlığının gerçek yüzünü, hem de ona karşı büyük direnen PKK ve PKK’nin öncü kadrolarının gerçek duruşlarını kısmen de olsa açığa çıkarmak son derece doğru olacaktır.

Gerçekten de Türk-ulus barbarlığının gerçek yüzü Diyarbakır Zindanı'nda açığa çıkmıştır. Tabii ki öncesi de vardır. Koçgiri, Piran, Dêrsim, Agiri-Zilan katliamlarında son derece barbarca davranmış, buralarda Kürtlere karşı büyük bir soykırım politikası uygulamıştır. Burada sorun niceliksel olarak Kürt halkının katliamdan geçirilmesi değildir. Bu, zaten sömürgeciliğin esas politikalarından birisidir. Söz konusu ettiğimiz barbarca ve vahşice davranılması, katliamın, imha ve soykırımın işkence eşliğinde, büyük acılarla gerçekleştirilmesidir. Türk-ulus devletinin bu boyutuyla dünyada eşi benzeri yoktur. Bu nedenle Diyarbakır 5 No’lu Zindanı’nda yapılan vahşet, tutsaklara yaşatılan sonsuz acılar oldukça çarpıcıdır.

Mazlum-Hayri ve Kemal’in Türk devletini tanımlamaları

Mazlum Doğan’ın kendisini feda etmeden bir yıl önce söyledikleri oldukça çarpıcıydı. Şunları demişti: “Türk devleti herhangi bir devlet değil, herhangi sömürgeci bir ulus-devlet de değildir. Oluşumu, kuruluş süreci, şekillenmesi ve özü diğer ulus-devletlerden de, kapitalist sistemin fideliğinden ortaya çıkan kapitalist uluslardan da oldukça farklıdır. Son derece özgün ve özel bir devlet olarak ortaya çıkmış ve dolayısıyla uygulaması da oldukça özel olmuştur.  Mevcut haliyle dünyada tek klasik sömürgeciliği uygulayan Türk devletidir. Bu devlet ilk kuruluş aşamasında özel bir cumhuriyet olarak şekillenmiştir. İnkâr, imha ve kanla oluşan bir maya ile kendini inşa etmiştir. Kürtleri-Ermenileri tamamen imha ederek, onları katliamdan geçirerek, gerçek müslümanları sindirerek, sosyalistleri, demokrat ve aydınları zindanlara tıkarak kendini kurumlaştıran Türk devleti  bugün de aynı politikayla kendi varlığını sürdürmeye devam ediyor. Soykırım, katliam ve şiddet üzerinde kurulan bu özel cumhuriyet ancak özel bir kuvvetle, özel bir hareketle, özel bir vurucu ve fedai güçle, özel bir örgütleme ve devrimci zorla etkisiz hale getirilebilir.”

Mazlum Doğan, Türk devlet yapılanmasını doğru ve son derece isabetli bir çözümlemeyle hem kendi duruşunu, hem de yoldaşlarının duruşunu belirleme konusunda oldukça tutarlı ve kararlı bir eylem sürecine girmişti. Yapmış olduğu fedai eylemi ile Türk ulus-devletinin zindan politikasını ve PKK hareketine karşı geliştirmek istediği tasfiye kararına önemli bir darbe vurmuştu.

Hayri Durmuş ve Kemal Pir de aynı biçimde Türk kontra cumhuriyetini iyi tanımıştı. Onun katliamla, şiddetle ve soykırımla beslenen bir devlet olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Zaten mücadele gerekçelerini bunun üzerinde inşa etmişlerdi. Sağlam duruşları da bundan ileri geliyordu. Onlar devleti sadece şiddetle beslenen bir aygıt olarak değil, aynı zamanda Türk kontra cumhuriyetinin oluşum sürecindeki ruhsal ve psikolojik şekillenme konumunu da çok iyi analiz etmişlerdi.

Kemal Pir, “bir devlet, devlet olarak varlığını hissettirmek, otorite ve iradesini kabul ettirmek için şiddet kullanmak zorundadır” diyerek şunu söylerdi: “Şiddet, devletin varoluş halinde vardır. Ancak Türk devleti sadece şiddet üzerinde inşa edilen bir devlet değildir. Türk devleti, şiddeti, inkârı, katliam ve soykırımı bir kültür, bir davranış, bir zihniyet, bir felsefe, bir ahlâk haline getirmiş bir devlettir. Bir devlet katliam yapabilir, şiddet uygulayabilir, ordu ve zindan oluşturabilir, Kendi ömrünü uzatmak için yargı sistemini yaratabilir. Ama o devlet bir ulusun, bir halkın soyunu tüketmeye dönük politika oluşturamaz. Bu politikayı sürdürenlerin tarihteki örnekleri çok azdır. İşte Türk devleti tarihteki örnekleri az denilen devletlerden birisidir.”

Hayri Durmuş, 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce zindanda vermiş olduğu bir seminerde şunları özetlemişti:

“Bir halkın, bir ulusun soyunu tüketmek için sadece herhangi bir devlet olmak yetmiyor. Bunu yapmak için çok özel bir devlet olmayı gerektiriyor. Özel bir devlet ancak bir ulusu, bir halkı bir  bütün olarak ortadan kaldırabilir, çok yönlü işkence ve vahşi uygulamalarla milyonlarca insanı imha edebilir, binlerce insanı diri diri toprağa gömebilir, binlerce hamile kadının karnını kasaturalarla deşerek içindeki cenini kamalarla parçalayabilir, mağaralara doldurduğu binlerce kadın ve çocuğu saman dumanıyla,  kimyasal gazlarla boğdurabilir.”

Hayri Durmuş’a göre, Türk devleti bu özel devletin ta kendisiydi. Özel oluşmuştu, özel yapılanmıştı, özel bir öz ve biçim kazanmıştı. Hayri’ye göre Cumhuriyet bir kontra oluşumdu, onu kuran da kontra kişiliklerdi. Osmanlı’nın en gözü kara milliyetçi, faşist, inkârcı, katliamcı ve Ermenileri soykırımdan geçirmiş kadrolardı. Üç paşadan daha paşa olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu kadroları, Türkçülük zehiri ile beslenmiş ve ruhlarının derinliklerinden farklı halk, kimlik ve inançlara karşı düşmanlığı barındıran Enver, Cemal ve Talat Paşa'ların öğrencileri, onların ardılları olan M.K Atatürk, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak vd. cumhuriyet kadroları bu özel devleti inşa etmişlerdir.

5 No’lu Zindanı ve büyük direniş

İşte Diyarbakır 5 No’lu Zindanı’nı cehenneme çeviren bu özel devletin özel kadrolarının yetiştirdiği ve ruhlarını Türkçülük zehiriyle zehirledikleri yeni kadrolardı. Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, Binbaşı Birol Şen, Üsteğmen Ali Osman Aydınlar, ‘Getapo’ adıyla tanınan Başçavuş Mevlut Akkoyun, ‘Dr. Mengele’ diye anılan Dr. Orhan Özcanlar başta olmak üzere hemen hemen tüm kadrolar özel olarak yetiştirilmişti. Her tutsağın mutlak anlamda eritilmesi, özünden uzaklaştırılması, Kürtlüğünden arındırılması ve Türkleştirilmesi hedefi ile ruhsal, düşünsel, psikolojik ve ideolojik olarak eğitilmiş olan bu kadroların estirdiği vahşetin dünyada eşi benzeri olmayan bir vahşet olduğunu çok açık ve tereddütsüz bir biçimde vurgulamak gerekiyor...

İşkencede sınır yoktu. Her şey mübahtı. Varolan işkenceler yetmiyordu. O güne kadar icat edilen ve uygulanan işkence ve eziyet türleri kontra cumhuriyetinin ihtiyaçlarına cevap vermiyordu. Uygulanan işkenceler belli bir aşamadan sonra artık işlevsizleşiyordu, o işkencelerle tutsakların iradelerini kırmak mümkün olmuyordu. Bu nedenle sadece çok özel yeni işkence türlerinin icat edildiği bir zindandı. Buna işkence üretme merkezi de demek mümkündür.

Hedef, Diyarbakır’da kuruluşunu ilan eden PKK’nin bitişini de burada gerçekleştirmekti. PKK’nin 5 No’lu’da bitirilmesi, betona gömülmesi ve bir daha Kürdistan’dan bahsedilmemesi hedefi ile özel olarak oluşturulan bir işkence ekibi, yapılması gereken neyse onu yapma planı ile görevlendirilmişti. Bu ekip özel olarak Kürt  düşmanlığı temelinde eğitilmişti. Sadece kaba anlamda işkence yapmayı değil, sorgulama ve tutsakların ruhlarını ellerinden alma yöntemlerini de çok iyi biliyorlardı. Esat Oktay Yıldıran özel olarak yetiştirilmiş ve işkencenin her türünü çok iyi bilen, bu amaçla Kıbrıs’ta binlerce Kıbrıs'lıyı işkenceden geçirerek amacına ulaşan bir işkence uzmanıydı.

Kıbrıs’ta başarılı olan, bu nedenle onlarca madalya alan Esat Oktay Yıldıran, Diyarbakır 5 No’lu da başarılı olmak için gelmişti. Hedefi yüzde yüz kazanmaktı. İlk geldiğinde “benim adım Esat, yani Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran. Sizi terbiye etmek, kafanızdaki yabancı ve Türklüğe düşmanlık temelinde oluşan düşünce ve ideolojileri söküp atmak için görevlendirildim. Beni tanımazsınız, ama pek yakında tanıyacaksınız. Dediklerimi yaparsanız hiç bir sorun olmaz, ama yapmaz, itiraz ederseniz işte o zaman büyük sorun yaratmış olurum. Kafanızdaki yabancı düşünceleri çıkartıp onların yerine Orta Asya’dan at üzerinde kılıç sallayarak bu toprakları zorla, şiddetle, kan ve bilek gücüyle yurt haline getirmiş atalarımızın hakiki milli düşüncesi olan Türkçülüğü yerleştireceğim. Kabul etmezseniz o zaman yabancı ideolojilerle doldurulmuş o satılık kafalarınızı teker teker koparıp, karşıda gördüğünüz Co’nun önüne atarım. Umarım anlaşılmıştır...” demiş ve gerçekten de işkence yapma, kafa koparma, insanları diri diri yakma, onları ayaklarından asma, tutsakları Co'ya parçalatma konusunda doğru söylemiş ve söylediklerini teker teker yapmıştır. Sadece bir şeyi yapamamıştır:

 Tutsakların iradelerini kırmak...

Mazlum’un fedai eyleminden sonra Hayri Durmuş ve Kemal Pir, onların şahsında PKK’yi zindanda boğmak hedefi ile 5 No’luya genel kurmay tarafından özel olarak atanmış ırkçı, faşist ve soykırımcı çeteye karşı özel bir eylemle karşı çıkmayı kafalarında netleştirmişlerdi. Biliyorlardı ki ulus-devletin faşist ordusunun kendileri için özel yetki ve uygulamalarla atadığı bu özel çeteye karşı herhangi bir eylem tarzıyla mücadele etmek mümkün değildi. O güne kadar yapılan eylem biçimleriyle karşı koyarak da sonuç alınamayacaktı. Çünkü kendilerine karşı özel bir uygulama ve özel bir saldırı vardı. Şiddetin dozu sınırsızdı, vahşet yaşamın bir parçası haline getirilmişti. Kerbela'yı andıran bir uygulama vardı. Su, ekmek, yemek, kısacası her şey bir silah olarak kullanılıyordu. 12 Eylül darbesini yapan generallerin kararı kesindi: Tutsaklar ya teslim olup ihanet edecek ya da zamana yaydırılmış büyük bir katliam ile fiziki olarak yok edileceklerdi. Bu bir karardı, darbeyi yapan her 5 general de böyle düşünmüş ve böyle karar vermişlerdi. Zaten darbe bunun için yapılmamış mıydı? Darbeyi yapan Kenan Evren, ”Güneydoğu Anadolu Bölgesi Türk devletinden kopmuş, oralarda ayrı bir oluşuma gidilmiştir. Bunu yapan bir avuç eşkiya çetesinin başı mutlak anlamda ezilmelidir. Bunun için ne gerekiyorsa o yapılacak. Hele hele cezaevlerinde olanlar mutlak anlamda devlete, Türk adaletine hesap vermelidirler” dememiş miydi?

İşte şimdi Türk devleti, Türk ulus barbarlığı, faşist, ırkçı ve soykırımcı erk sahibi generaller çetesi “hesap” soruyordu Kürtlerden. Kürtlerin en öncü konumunda olan devrimcilerden “hesap” sormak için vahşet düzeyinde bir uygulama ile kurmuş olduğu sistemle ne gerekiyorsa onu yapıyordu. Koğuşlarda, maltalarda, kuytu köşelerde, kısacası zindanın dört bir yanında tuzaklar, tezgâhlar, sehpalar kurulmuş ve tutsaklar sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar, gece gündüz denilmeden buralarda işkencelere alınıyordu. Fiziki işkence ile acı çektirmenin yanında daha çok ruhlarını, düşüncelerini, sol göğüslerinin altındaki cevahiri öldürmek istiyorlardı. Bu nedenle tarihte ne kadar icat edilmiş işkence ve acı çektirme türü varsa hepsini bir anda uyguluyorlardı. Daha önce icat edilen işkenceler kâr etmeyince yenileri devreye giriyordu.

Hayri Durmuş, Kemal Pir ve PKK’nin diğer önde gelen kadroları biliyorlardı ki generallerin amacı ruhlarını öldürmek, düşüncelerini servis etmek, ideallerini karartmaktı. Buna “dur” demenin yollarını arıyorlardı. Bu duruşun herhangi bir eylemle olmayacağını onlar da gayet iyi biliyorlardı. Kemal Pir, gecenin en karanlık olduğu bir zamanında Hayri’ye seslenir yavaş bir ses tonuyla: “Doktor, bu gece çok düşündüm, kafamı patlattım adeta. Bize uygulanan barbarlık öylesine bir barbarlık değildir. Dünyada görülmemiş bir uygulama ile karşı karşıyayız. Yeniden direniş kararımız var, ama bu direnişi hangi eylem biçimiyle götüreceğimizi netleştiremedik. Herhangi bir eylemle karşı çıkmamız mümkün değildir. Ancak büyük bir eylemle, büyük bir tepkiyle, büyük bir hamleyle, öyle büyük olmalı ki bu sistem sarsılsın, Esat Oktay Yıldıran korksun, paniğe kapılsın ve direniş geri dönüşü olmayan bir yola girebilsin. Kısacası eylem ölümlerimizle bir deprem yaratsın.“

Hayri de biliyordu bunu. O da çok düşünmüştü, her gece sayısızca eylemin planlamasını tasarlamıştı kafasında. O da kendilerine dönük yapılan şiddete, uygulanan vahşete, başlarına gelen felakete, Türk ulus barbarlığına “dur” diyecek bir eylem tarzı arıyordu. Meğer Kemal de aynı şeyleri düşünüyordu, aynı tarz bir eylemin arayışındaydı. Kemal cevap bekliyordu Hayri’den. Hayri de henüz tasarı halinde olan, fakat tam netleştiremediği eylem tarzını anlatmak istemediğinden öylece sessiz kalmıştı, ama Kemal’e de bir yanıtı olmalıydı:

“Ben de neredeyse her gece sabaha kadar düşünüyorum Kemal arkadaş. Ben bulamadım bir şey. Tabii ki kafamda sayısızca eylem var, ama hangisine karar vereceğimi tam netleştiremedim. Uygun bir zamanda tartışalım.”

“Tamam doktor, tamam… Ne kadar erken konuşursak o kadar iyi olur, o kadar erken eylem tarzında netleşmiş oluruz” demişti Kemal…

Bu arayış onları doğru bir buluşa götürmüştü. Mazlum’un fedai eyleminden sonra gece gündüz düşünmüşlerdi. Sonuçta ölüm orucu eylemine karar kılmışlardı. “Ölümle, büyük bir ölüm hamlesiyle ancak bu vahşet durdurulabilir. Ölümlerimizle kendimizi siper ederek, bedenlerimizi faşizme karşı bir silah olarak kullanarak, ruhumuzun yenilmez kuvvetiyle fiziki varlığımızı ortaya koyarak ancak faşist generalleri durdurabiliriz” demişlerdi. Hayri, uzun bir zamana yayılmış bir ölüm hamlesi ile ancak faşizme dur diyebiliriz. Bu nedenle ölmeliyiz, kendimizi feda etmeliyiz” derken, Kemal Pir ise  “daha fazla ölmeliyiz, daha fazla fedai eylemi geliştirmeliyiz ki düşman bizi değil, biz onu burada, bu zindanda, Diyarbakır’da boğabilelim” diye cevaplamıştı Hayri’yi. Karasu da farklı düşünmüyordu. O da “ölümle yüklü bir eylemden başka hiç bir eylem tarzı Diyarbakır Zindanı'nı temize çıkartamaz. Bizi yeniden ayaklandıracak, bizi yeniden diriltecek, bizi yeniden var edecek tek eylem ölüm orucudur” diyordu….

14 Temmuz ruhu…

İşte Büyük Ölüm Orucu eylemi tüm bu tartışmalardan sonra 14 Temmuz 1982 yılında başlamıştı. Ulusal bir eylem olarak başlamış ve PKK’nin direniş ruhunun bir kez daha kanıtlanması olarak anlam bulmuştu. 12 Eylül askeri darbesinin PKK’yi bitirme, daha yeni yeni şekillenen Kürt direnişçiliğini zindanlarda boğma planına karşı doğruluk ve hakikatin sesi olarak ortaya çıkan bir eylem olarak tarihteki yerini almıştı. Hakikat PKK’nin çizgisiydi, doğruluk ise Kürt halkının özgürlüğüydü. Hakikat ve özgürlük adına yola çıkan Hayri, Kemal ve PKK militanları bu gerçeğe göre başlatmış oldukları tarihi ve büyük direnişin bilincindeydiler.

Mücadele alanı belki dardı, kavganın yürütüldüğü saha belki zindandı, ama bu mücadele ve bu kavganın sonuçları oldukça büyük olacaktı. Tarihin derinliklerinden gelen mücadelenin tüm sonuçlarını kendisinde toplayan ve bugünden yarını belirleyecek kadar etkili bir süreci ortaya çıkartacaktı. Düşmanın da, dostların da, Kürtlerin de, Türkiye halklarının da geleceğini belirleyecek bir siyasi ve mücadele duruşunu yaratacaktı. PKK’nin gelişim sürecini, Kürdistan halkının  yarınlarını, Ortadoğu’da inşa edilecek demokrasi ve özgürlüğün kaderini de oldukça etkileyecek  bir eylemsellik sürecini ifade ediyordu.

Gerçekten de tarih anda yaşanıyordu, an da yarının tarihini yazacak kadar büyük bir eylemle yüklüydü. Ezilenlerin, halkların ve Kürt halkının tarihi konuşmaya başlamıştı Amed Zindanı'nda. Artık halklar adına Kürtler de konuşacaktı bu vahşet deryasında. Devrimciler de, PKK hareketi de cuntacılara kafa tutacak, onlara ezilenler adına hakikati, doğruyu ve gerçekleri haykıracaktı. Eyleme önderlik eden Hayri ve Kemal yüksek sesle tarihin dersini Esat Oktay Yıldıran celladının yüzüne okuyacak, PKK’nin nasıl bir hareket ve nasıl bir direniş çizgisine, nasıl bir hakikate sahip olduğunu gösterecekti.

Hayatı başka türden inşa etme sürecine girilmişti. Cuntanın generalleri artık eskisi gibi konuşamayacak, eskisi gibi davranamayacak, eskisi gibi yaşamayacak, yarattığı korku imparatorluklarını eskisi gibi konuşturamayacaklardı. Esat Oktay’ın yarattığı dev işkence makinesi artık yavaş yavaş işlemeyecek, her gün çarkın bir kaç dişi kırılarak tarihin çöp tenekesine atılacaktı. Bu, bir ay sonra kesin ve mutlak bir gerçek haline gelecekti. Esat eskisi gibi Kemal Pir’e,” kurduğun örgüt çöküyor patron, gel benim kurduğum örgüte katıl” deme cesaretini kendisinde bulamayacak, Hayri’ye “bana inanmadınız, ilk geldiğimde kazanacağımı size söylemiştim, ancak siz gülüp geçmiştiniz, fakat bak işte kaybeden siz, kazanan ben oldum Hayri” diyemeyecekti. Çünkü o gerçekten de kazanmamıştı, sadece geçici olarak girmiş olduğu bir muharebede karşı tarafı, olması gereken yerin sınırlarının dışına kadar geri çekebilmişti. İlk muharebedeki geçici başarı onu adeta zafer sarhoşluğuna itmiş, bu sarhoşluk süreci içinde büyük bir korku imparatorluğunu inşa etmiş ve bu imparatorluğun ebedi, sonsuz ve sınırsız bir güçle tutsakları bir bütün olarak teslim alabileceğini düşünmüştü. Ama 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eylemi, onun ne kadar yanıldığını göstermişti. Bu yanılgının onu daha vahim ve komik davranışlara sürüklediğini de adeta unutuvermişti. Eylem günü Kemal Pir’in yanına yanaşarak, “bak Kemal, bu sefer de yenilirsen, affetmeyecek, ayağından tutup seni koğuş koğuş dolaştıracağım” deme cesaretini de gösteren Esat Oktay Yıldıran, Kemal’in,”yüzbaşı, beni tanımadın hâlâ. Ben Kemal Pir’im, asla yenilmeyeceğimi bilmeni isterim” cevabını aldığında, gerçek anlamda PKK’liliğin ne demek olduğunu orada anlamış, ama çok geç kalmıştı.

14 Temmuz fedaileri daha eyleme başlamadan çok önceleri öleceklerini biliyorlardı. Zaten seçtikleri eylem türü bunu ifade ediyordu. Hayri “ölümle ancak bu vahşet parçalanabilir” derken, Kemal ise “daha çok ölüm, daha çok özgürlük” diyerek karar vermişlerdi eyleme. Ve işte artık fiziki yolculuklarının sonuna doğru gelmişlerdi. Kemal Pir ölüm orucunun 55. gününde gözlerini kaybetmişti. Durmadan konuşan, geleceğe ilişkin perspektif sunan, öldüğünde nasıl yaklaşılması gerektiğini ifade eden Kemal Pir, fedai eyleminin 57. gününde zafer ipini göğüslemişti. Hayri de ellinci günlerinde hastaneye kaldırılmış, burada da büyük direnerek 12 Eylül’de yoldaşlarına “mezarıma ‘bu adam halkına karşı borçludur’ diye yazın” diyerek veda etmişti. Akif Yılmaz 15, Ali Çiçek ise 17 Eylül'de şahadet kervanına katıldılar…

Kesin ve tartışmasız bir ifadeyle 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu fedailerin eylemi olarak tarihe geçmiştir. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek ise, bu fedai eylemin fedaileri olarak Kürdistan halkının belleğine kazılan isimler olmuştur. PKK, Diyarbakır Zindanı'nda bu fedai eylemle bu fedailerin şahsında büyük bir hareket olduğunu, Kürdistan halkının direniş damarı, sosyalizmin özü ve özgürlüğün ruhu olduğunu kesin bir biçimde kanıtlamış bir hareket olarak varoluşunu sürdürmüştür.

İşte Rojava devrimi, Kobanê zaferi, Cizre, Silopi, Nusaybin, Sur, Şırnak ve Kuzey Kürdistan’ın diğer yerlerinde verilen büyük kahramanlık direnişi bu fedailerin gerçekleştirdiği 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eylemi üzerinde inşa edilmiştir. Bugünkü direnişi Hayri, Kemal, Akif ve Ali”lerin direniş mayası yaratmıştır. Rojava devrimi ve Kobanê zaferi bu fedailerin gerçekleştirdikleri 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eyleminin eseridir. Tarih yaratan 14 Temmuz ruhu bugünün serhildanı, Rojava devrimi, Kobanê zaferi olmuştur, Hayri, Arin Mirxan'lar, Kemal, Zilan'lar, Akif, Beritan'lar, Ali tüm fedailer olmuştur. 14 Temmuz eylemi bugünkü direniş, bugünkü direniş de yarının zaferi olacaktır.

 

 

 
 
Yukarı