Kerkük
işgal edildi. Direnme gücünü gösteremeyen Kürt güçleri, “Kürdistan’ın kalbi”
diyebileceğimiz şehri işgalci güçlere teslim etti. İran tarafından beslenen ve
yönetilen, ideolojik ve askeri olarak Mollalar rejimine bağlı olan ‘Haşdi Şabi’
denilen güç, birkaç saat içinde şehre girdi.
Gerçekten de böyle mi oldu?
Yani KDP
ve YNK direnemediği için mi Kerkük terk edildi, yoksa Kerkük terk edilmesi
gerektiği için mi düştü?
Bu konuda farklı düşünce ve değişik senaryolar var. Bazılarına
göre Barzani, YNK’yi suçlamak ve Celal Talabani’nin gücünü eritmek için direnme
gereğini duymadı. Başka bir görüşe göre KDP ve YNK, parçayı bütüne feda etmek
için Kerkük’ü terk etti. Bu görüşe göre KDP ve YNK, Kerkük’ü verip Irak
ordusuna teslim ederek Hewler ve Süleymaniye’yi kurtarma siyasetini izledi.
Gerçekten de bu da böyle mi oldu? Yani bütünün kurtarılması için
parça mı feda edildi? Kerkük, Hewler ve Süleymaniye’ye kurban mı edildi?
Sanmıyoruz. Bizce bu düşüncelerin hiç birisi isabetli değildir.
Kendi içinde tutarlı bazı yanları var gibi görünse de esas olarak böyle
değildir. Ne parça bütüne feda edildi ne de her iki güç birbirinin iradelerini
kırma siyasetini izledi. Elbette ki her iki güç de birbirine karşı son derece
sorunlu ve ilk fırsatta birbirini boğacak kadar öfkeli. Ama olsun; buna rağmen
işin esası bu değildir.
Bizce esas sorun sadece Kerkük de değildir. Bu da tek başına Kerkük’ün işgalini izah etmede yetersiz kalır. Petrol şehri olması itibariyle ele geçirilmesi gereken bir şehir, ama sadece bu değildir. Fazla uzatmadan şunu belirtelim: Esas sorun bazı gerekçeler yaratılarak Rojava devriminin tasfiye edilmesi, Kuzey’de gelişen gerilla hareketinin kırılması, Kandil’e büyük bir sefer ile Özgürlük Hareketi’ne darbe vurulmasıdır. Bununla birlikte Güney Kürdistan’da ele edilen statünün de ortadan kaldırılması planıdır. “Referandum”, “bağımsızlık”, “Kürt devleti” gibi argümanlar temelinde yapılan tüm plan ve çalışmaların altında yatan gerçeklik budur.
Herkes bir kez daha referandum öncesi süreci hatırlasın. Barzani
bağımsızlık için referandumu gündeme getirdiğinde tepki gösteren devletler
olmadı. Türkiye bile son derece esnek yaklaştı. Hatta Atatürk Havalimanı’na
asılan KDP bayrağına dönük esnek yaklaşım referandumun kabulü olarak algılandı.
Irak ve İran’ın tepkisi de sert olmadı; verilen demeçler daha çok zaman, yol ve
yöntem ile bağlantılı olarak ele alındı. ABD, İngiltere ve Avrupa devletlerinin
yaklaşımı da bu eksende oldu.
Peki, Kürtleri sömürgeleştiren devletler neden sessiz
kalmışlardı? Gerçekten de “bağımsız” bir Kürdistan’a onay verdikleri için mi
sessiz kaldılar, yoksa işin içinde bir oyun olduğu için mi sessizliği tercih
ettiler? Elbette ki her dört devlet de bağımsız bir Kürdistan istedikleri için
sessiz kalmadılar. Sessizlikleri yapılacak referandumun ardından Kürdistan
halkına saldırma planlarından kaynaklıydı. Her dört devletin de saldırı
gerekçesi vardı. Irak’ın Güney Kürdistan, Suriye’nin Rojava, İran’ın Doğu
Kürdistan, Türkiye’nin ise tüm parçalarda elde edilen statü ve tabi ki PKK
sorunu vardır. Daha da ileri gidersek referandum teşvik edildi demek daha doğru
olacaktır.
Şu senaryo ve plan çizildi: Barzani referandum yapacak, ardından
Arap, Fars ve Türk milliyetçiliği ile kamuoyu duyarlı hale getirilecek, daha
sonra oluşturulacak bir ittifakla Kürdistan’a, Kerkük’e, ardından Güney’in
geneline, bu süreçte aynı zamanda Özgürlük Hareketi’nin konumlandığı yerlere
saldırı yapılacak. Daha sonra her üç saldırgan güç, Kandil’e ortak bir
operasyon gerçekleştirecek. Senaryo bu. ABD ve diğer uluslararası güçler de bir
biçimde referandum öncesi sessizliğe bakarak tutum belirlediler. Onlar da
referanduma bu bağlamda onay verdiler. Daha sonra ilgili devletlerin ortak
tutumu olunca, KDP’yi orta yerde bıraktılar. “Ne iki taraftan birisini
destekleriz ne de birisine diğerine göre farklı yaklaşım gösteririz”
demelerinin nedeni de bundandır.
Türk devleti şunu düşündü: Referandum olursa Kürt-Arap çatışması
çıkar, ben de Arap tarafını desteklerim, bu ara İran’la da ittifak yaparak
Kandil’e saldırım. Böylece hem Kürt-Arap çatışmasını çıkartmış olurum, hem de
Kandil’e saldırarak PKK’yi tasfiye etmiş olurum. İran’ın düşündüğü de benzer
bir senaryo. O da hem Irak ve Suriye ittifakını güçlendirmiş olacak, hem de
Kürt sorununu tasfiye etmiş olacaktır. Suriye rejimi de Rojava devriminden kurtulma
ve kendi iktidarının ömrünü uzatma planıyla sürece dahil oldu.
Kısacası, her dört devlet de kaos içinden sorunu çözmeyi esas
alarak yol aldılar. Bunalım, kaos, kriz ve çatışma ile sorunları ele alma ve
ömrünü uzatma teorisi konusunda oldukça uzman olan Erdoğan’ın referandumun
gelişmesini sağlayan kişilerin başında geldiğini söylemek gerekiyor. İran’ın da
aynı konuda oldukça tecrübeli olduğunu biliyoruz. Arap milliyetçiliğinin de bu
konuda perspektifi nettir.
Muhakkak ki ‘Hewler referandum konusunda oyuna mı geldi’ diye
bir soru da akla gelmiyor değil. Hem oyuna geldi hem menfaati vardı. Hem
kandırıldı hem süreçten yararlanmak istedi. Hem referandum sonrasını görmedi
hem görmezlikten geldi. Ama Hewler daha çok bir taşla iki kuşu vurmak istedi.
Yıpranmış, bir anlamda itibarını kaybetmiş bir ‘liderliğin’ bağımsızlık sloganı
ile kendini bağımsız Kürdistan’ın kurucusu olarak ilan edip yeniden yaratma
siyaseti, diğer yönüyle arkasına alacağı bağımsızlık rüzgârı ile Özgürlük
Hareketi’nin gücünü kırmayı hedefleyen yol haritası…
“Uluslararası devletlerin kazığını görmesine rağmen dik durdu”
demek asla mümkün değildir. Hep böyle olmuyor mu? İlkel milliyetçiliğin esas
olarak dış güçlere dayandığı ve hep yüzüstü bırakıldığı söylenmedi mi? Bu sefer
de öyle oldu…
Süleymani’ye referanduma karşı çıktı, ancak elinde var olan
bölgeleri, daha doğrusu Süleymaniye’yi kaybetmemek için Kerkük’ü pazarlık
konusu yaptı denilebilir.
Sonuç şu: Esas mesele Kerkük değildir, Güney de olmadığı
kesindir. İlgili devletler yıllardır KDP ve YNK ile iç içe, yan yana, deyim
yerindeyse kucak kucağa yaşıyorlardı. Sorunları vardır, ama derin değildir.
Esas sorunları, fazla anlaşamadıkları nokta petroldü, petrol kuyularıydı. Bu
durum Süleymaniye kanadı için de geçerlidir. İran’ın zaten Süleymaniye ile
ciddi ilişikleri vardı. İşgalden birkaç gün önce Haşdi Şabi lideri ve İranlı
komutan Kasım Süleymani’nin Süleymaniye’de Talabani ailesi ile uzun bir görüşme
yaptıkları artık kesinleşmiş bir durumdur. Türkiye’nin de Barzani ile olan
“dostluğu” zaten ortadadır. “Erdoğan, Barzani’ye “zora düştüğün zaman hep
yanında olduk” dememiş miydi? Geride Özgürlük hareketi kalıyordu. Her dört
devletin de düşman olarak gördüğü, PKK ve onun lideri Başkan Abdullah
Öcalan’dır. Onlara göre “Hewler de Süleymaniye de olmalı”, “KDP de YNK de var
olmalı”, ancak “PKK ve Abdullah Öcalan yok edilmeli”. Çünkü onlara göre PKK ve
Başkan Abdullah Öcalan dengeleri bozuyor, Ortadoğu’nun statüsünü kırıyor,
Lozan’ı boşa çıkartıyor, halklarla birlikte ortak bir yaşamı kuruyor. Bu da dört
devletin ne işine, ne de hesabına geliyor. Hatta uluslararası güçler de bunu
istemiyor. O zaman ne yapılmalı? Kaos ve kaotik ortamında büyük bir operasyonla
tasfiye edilmelidir.
Senaryo bu. Ankara’da, Tahran’da, Şam’da ve Bağdat’ta çizilen
haritalar böyle. Ancak tavuk, rüyasında gördüğü darıyı ne yazık ki pratik
yaşamda elde edemiyor. Her gece darı görüyor ama bir tek gün bile elde
edemiyor. Sömürgeci devletler de sürekli Kürtlerin, PKK’nin, Başkan Abdullah
Öcalan’ın tasfiyesini esas alan planlamalar yapıyor. Ancak bunu
başaramadıklarını da biliyoruz. Şimdi de öyle olacak.
Gelinen noktada Hewler ve Süleymaniye’nin duruma ciddi
yaklaşmaları, yaşamış oldukları zaaftan kurtulmaları, bir an önce ulusal
birliğe hazır olmaları gerektiği açıktır. Ankara ve Tahran kurtuluş değildir,
tek kurtuluş yolu Özgürlük Hareketi ile ulusal Kongreye gitmeleridir. Kerkük’ün
de, Güneyin de, Rojava’nın da, Doğu ve Kuzeyi’n de kurtuluşu buradan geçiyor.
Bunun değil de, Hewler ve Süleymaniye’nin karşılığında Şengal ve Kandil’in satılması
durumunda büyük bir ihanetin yeniden tekrarlanacağı ve bunun aynı zamanda
onların da sonunu getireceği bilinmelidir. İki yol var, ya bu kaotik ortamdan
büyük bir birlik ve özgür Kürdistan çıkacak, ya da bazı kırıntılar karşılığında
büyük bir ihanet…