“Önce ben ölmeliyim, ilk ölen ben
olmalıyım. Partiyi savunma, onun çizgisinin gereklerini yerine getirme görevi
benimdir. Bu nedenle en önde ben olmalıyım" dedi, hemen yan tarafındaki
tek kişilik hücresinde bulunan tutsağa. Tutsakla cezaevindeki gidişatı ve
içinde bulundukları durumu tartışıyordu. Daha doğrusu o anlatıyor, tutsak
dinliyordu. Tutsak bazen soru sorsa da esas olarak konuşan O'ydu.
Kısa bir sessizlikten sonra,
"kulaklarını biraz daha yaklaştır ve beni iyi dinle. Ama sakın unutma. Her
sözümü belleğine kaz ki unutmayasın" dedi ve şunları söyledi tane tane ve
sessizce: "PKK bir umut hareketidir. Dağların çatlaklarından filizlenen
daha küçücük bir filiz halidir. Kocaman bir deryada, yumurtadan yeni çıkmış
küçücük bir balıktır daha. Bu umudun, bu filizin, bu balığın büyümesi
gerekiyor. Bu üç "şey" bizim için bir görev, bir emir, kutsal bir
iştir. Bunu biz yapacağız. Umudu, filizi, yumurtadan daha yeni çıkmış olan
balığı biz besleyerek büyüteceğiz. Yani bir grubun şahsında oluşan umudu bir
ulusun, bir halkın umuduna, filizi bir ormana, yumurtadan yeni çıkmış olan o
küçücük balığı deryaları fethedebilecek konuma getirecek olan biziz..."
Komşu hücrede bulunan tutsak O’nu pür
dikkat dinliyordu. Sözlerini gerçekten de belleğine kazımak için nefes alışını
bile kontrol altına almıştı. O gecenin son deminde, o küçücük hücrede, o
sessizliğin ve karanlığın, o vahşet ve zulmün orta yerinde tarihin konuştuğunu,
bir kişinin şahsında konuşan bu tarihin yarın bir ulusun, bir halkın tarihine
dönüşeceğini derinden bilmese de bazı şeyleri hissedebiliyordu. Onda o an öne
çıkan analitik değil, duygusal zekâydı. Daha çok duyguları, ruhunun
derinliklerinden akıp gelen doğal düşünce hali ona yön veriyordu. Bu nedenle
O'nun söylediği her şeyi hissederek anlıyordu.
Konuşanın kim olduğunu biliyordu.
Zindana girmeden önceden de birlikte, aynı yerlerde kalmışlardı. Bu nedenle
onun söylediği her şeyin, ağzından çıkan her sözcüğün tartışmasız doğru ve
gerçekleşmesi mümkün olan şeyler olduğunu düşünüyordu. Anlayamadığı, anlam
veremediği şeylere de "O söylüyorsa, mutlaka bildiği bir şey var"
diye düşünüyordu. Bazen kafasına yatmadığı düşüncelerine bile “öyle değildir”
diyemeyecek kadar inanıyordu O'na. O'na inanmama diye bir düşünce asla
kafasında oluşmazdı. Ona göre O'na inanmamak günaha girmek, kutsal bir şeye
inanmamak, emeğe, hayata ve kutsal doğanın ruhuna ihanet etmek gibi bir şeydi…
“Bugün Newroz” dedi. Diğer taraftın
yanıtını beklemeden devam etti: “Kürtlerin bayramı, Kürtlerin özgürlük günü,
güneşin doğuşunu, baharın ruhunu ruhumuza akışını müjdeleyen, yaşam ile doğayı
buluşturan gün. Kavganın, mücadelenin zaferle taçlandığı, iyiliğin kötülüğe
karşı duruşunu netleştirdiği gün. Mazlumların, Demirci Kawa’nın şahsında
Kürtlerin ve halkların, büyük zulümkâr Dehakların başını ezdiği gün. Ama bugün
burada, bu zindanda Newroz’u kutlayamıyoruz. İçerisinde bulunduğumuz pozisyon
da ona, onun ruhuna ve özüne uymuyor…”
“Nasıl uymuyor abi” diye sordu diğer
tarafta kalan tutsak.” “Uymuyor işte” diye yanıtladı. Ve devamla: “İyi bir
noktada değiliz. Düşman umudumuzu, filizimizi ve ruhumuzu kırmak istiyor. Bizi
yumurtadan çıkmış yeni bir balık olarak yutmak istiyor. Kendini köpek balığı,
bizi de daha yeni yumurtadan çıkmış
küçük bir balık olarak görüyor. Ve ‘sizi yutacağım” diyor. Ama…”
Sonra “tamam” dedi ve düşüncelerinin aktarımını tamamlamadan
yerinden kalkarak hücresinin arka tarafına doğru yürüdü. Durmadan yürüdü,
voltayla belki on kilometre yürüdü. Bir adım ileri, bir adım geriye doğru volta
atarak yürüyordu.
Sonra kararını verdi: “Bir Önder, bir
önder gibi düşünüp konuşmalı, bir önder gibi yaşamalı, kendisiyle çelişmemeli,
özü ve sözü bir olmalı, tutarlı ve inandırıcı olmalı, gerektiğinde bedenini
ideallerine yanıt vermediği andan itibaren feda etmesini bilmelidir. Bir Önder,
dolu dolu yaşamasını bilmelidir. Onun için “ne kadar değil, nasıl yaşadığı”
önemlidir…”
Düşmana verdikleri tavizin sonuna
gelmişti. Bir yıl önce taktiksel ve geçici olarak bazı kurallara uymuşlardı.
Daha fazla devam edemezlerdi. Çünkü artık ihanet, büyük bir bela olarak gelip
kapılarına dayanmıştı. Devletin, Kenan Evren’in, faşist askeri generallerin
sözcüsü Esat Oktay Yıldıran artık ihaneti dayatıyordu. Her hücre bölümüne
geldiğinde, şunları avazı çıktığı kadar bağırarak söylerdi:
“PKK, burada, bu cezaevinde, bu
hücrelerde bitecek. Kürtler ve Kürdistan burada görev yapan askerlerimin
çizmelerinin altında ezilecek ve sizler de eğer ‘tamam’ derseniz evlerinize dönersiniz. ‘Tamam’ demezseniz, siz
de PKK ile birlikte yok olup gidersiniz. Askerler boşuna darbe yapmadı. Sizi
yeniden topluma, devlete ve cumhuriyete kazandırmak, Kürdistan fikrini
bitirmek, sosyalizm, komünizm gibi yabancı ve münafık düşünceleri kafanızdan
söküp atmak için büyük bir operasyonu hedefleyen askeri bir sefer yapılmıştır.
İlk büyük sefer de PKK’ye, onun kadrolarına yapılacaktır…”
Zaten biliyordu. Ama Esat Oktay
Yıldıran’ın açıklamaları ve bir anamda itirafı, tasarlanan korkunç tabloyu çok
daha netleştirmiş oluyordu. Amaç, PKK’yi ve onun kadrolarını zindanda
bitirmekti. Bunun için ne gerekiyorsa o yapılacaktı. Önce askeri darbe yapıldı,
şimdi de bu darbeyle Türkiye ve Kürdistan’da gelişen devrimci hareketleri
bitirmek olacaktı. PKK, ilk hedefte yer alıyordu. Bunun için vahşet
uygulanıyordu.
Buna “dur” denilmeliydi. PKK
korunmalıydı. Kürdistan devrimi darbe almamalıydı. Bu kez tarih, başka türlü
yazılmalıydı. Bozguna, yenilgiye, katliam ve soykırıma izin verilmemeliydi.
Bunun tek çaresi, boyun eğmeden direnmekti. Bu, ancak direnişle önlenebilirdi. “Teslimiyet
ihanete, Direniş zafere götür” şiarı bunun için atılmıştı..
Ve bu şiarın mucidi, gecenin bu son
deminde tek kişilik hücresinde partisinin, yoldaşlarının ve Kürdistan
devriminin kurtuluşu için, büyük bir eylemin planlamasını yapıyordu. Zaman ilerliyordu,
gecenin en karanlık noktası giderek aydınlığa doğru evirilmeye başlamıştı. An
gelip çatmıştı. Kararı kesin ve netti. Şimdiye kadar düşüncelerini ve yüreğini
ortaya koymuştu. Şimdi bedenini de feda edecekti.
Demir parmaklılıklar üzerinde duran kibritinden
üç çöp çıkarttı. Her üç çöpü de yavaşça yaktı.
Çöplerin alevleri hücreyi aydınlattı. Yüzü gülüyordu ve tabii ki ruhu
da… Sonra hücrenin sonunda bulunan tuvalet bölümüne geçti…
Mazlum Newroz, Newroz da Mazlum
olmuştu. Mazlum artık Newroz’du, ateşti, güneşti. Yıldızlar içinde Zuhal’di.
Sonra Amed'te Zekiye, Egede Rahşan, Almanya'da Ronahi ve berivan, dağlarda Agit olup 15 Ağustos oldu, ardından binlerce gerilla ve halk ordusuna
dönüştü. Şimdi Rojava oldu, Cizre, Nusaybin, Silopi, Şırnak ve Kürdistan oldu.
Şengal’da direnen Êzidi kadınları, Kobanê’de zafer umudu Arin Mirxan ve
binlerce Kürt direniş kahramanı oldu…