Egemenleri egemen, zalimleri
zalim, katilleri katil, işkencecileri işkenceci yapan kim?
Sanki var olan gerçekleri hep
tersten okuyoruz...
Sanki hedefi
vurmak için değil de, daha çok atış yapmak için poligona gidiyoruz...
Sanki gerçekleri
ifade etme yerine daha çok bazı şeyleri gizlemek için konuşuyoruz..
Sanki gerçeği
söylersek o zaman kendimize de iğneyi batırmış olacağımızdan dolayı hep bazı şeyleri
es geçiyoruz.
Evet, doğruyu
ifade etmede zorlanıyoruz, gerçekleri söylemeye kalkışırsak o zaman yüzümüzde
farklı maskelerin olduğunu göreceğiz. Bu gerçeklik açığa çıkınca o zaman bizim
gerçekliğimiz de açığa çıkmış olacak. Bu nedenle gerçekleri söylemiyoruz, doğruları
ifade etme cesaretini gösteremiyoruz, var olanla olmayan arasında gidip gelerek
bir anlamda büyük bir kandırma siyasetini izliyoruz. Yani yalanın bin bir türlüsünü...
Mesela
egemenlerin baskısından bahsediyoruz. Doğru, zaten egemen oldukları için baskı
yapıyor ve toplumu kendi çıkarları doğrultusunda yönetiyorlar. Ama egemenleri
egemen yapan kim? Elbette ki bizler; etrafımızdakiler, sen, ben, biz ve siz...
Biz izin vermesek ne egemen olmak isteyenlere izin verilmiş olur, ne de böyle
bir sistem ortaya çıkar.
Başka bir örnek:
İşçi sınıfı, emekçiler veya başka bir anlatımla proletarya burjuvaziden, sömürücü
sınıftan, emeği rant olarak kullanan sermaye sahibinden oldukça şikayetçi. Şikayetçi
olması son derece haklı ve doğal. Ama burjuvaziyi burjuvazi, sömürgeciyi sömürücü,
sermayeyi sermaye yapan ve en nihayetinde kapitalist sisteme yaşama imkânı
veren işçiler, emekçiler ve proletaryanın ta kendisidir.
Biliyoruz ki
burjuvazi, sömürüyü emekçinin, işçi sınıfının artı emeğinden kâr elde eder,
esas olarak sermayesini bu artı emekten oluşturur. Ama yine biliyoruz ki aynı işçi
sınıfı, aynı emekçiler emeğini satmak, emeğinin sömürüsünün gerçekleşmesini sağlamak
için greve giderek iş talebinde bulunur. Daha fazla işin daha fazla emek sömürüsü
olduğunu da biliyoruz. Yani ne kadar fazla iş o kadar fazla emek, o kadar fazla
sömürü, o kadar fazla sermayenin birikimi demektir. Burada bilerek ya da
bilmeyerek kendini sömürüye açık hale getiren, sermayenin oluşturulmasını sağlayan,
kapitalisti kapitalist yapan emeğin sahibi emekçilerdir. Bir ay işe gitmeseler,
üç ay fabrikaya gitmeseler , ya da emeklerinin karşılığı olan günde sadece iki
saat çalışma cesaretini gösterebilseler hayat durur...
Başka bir örnek
vererek sorunu dahada derinleştirelim. Egemen erkek anlayışından, kadınlara karşı
yapılan erkek vahşetinden, işlenen kadın cinayetlerinden bahseder ve bu konuda
büyük bir öfke duyarız...
Evet, erkeği
egemen yapan, evde efendi haline getiren, 'hem sever hem döver' anlayışı ile
hayatını cehenneme çeviren, sabahtan akşama kadar dayak yiyen, ama aynı dayağı
atan adamla aynı evi, yatağı, ekmeği, yemeği, kısacası yaşamı paylaşan aynı kadındır.
Halbuki kadın bu vahşi, bu canavar, bu faşist, bu kadın düşmanı erkeğe karşı çıksa,
tepki gösterse, tutum alsa, aynı evi, aynı kareleri, aynı hayatı paylaşmasa ve
giderek erkin oluşturduğu sistem içerisine girmese, o zaman egemen erkek diye
bir sistem de kalmaz. Demek ki burada egemen erkek anlayışını, onun
zihniyetini, onun sistemini yaşatan, ona boyun eğen, ona kul-köle olan, onun işkencelerine,
dayak ve hakaretlerine, onun vahşetine sessiz kalan kadındır. Demek ki egemen
erkek anlayışı köle, sessiz kalan, boyun eğen kadının zavallılığı üzerinde inşa
edilmiştir.
Peki bunun yıkılışı
nasıl olacak?
Elbette ki köle
kadının özgürleşmesiyle, kadının egemen erkek sistemini asla kabul etmemesiyle
yıkılacaktır. Yani erkek kendi sisitemini değil, kadın onun yarattığı sistemi yıkacaktır.
Sömürge
konumunda olan bir ulusu düşünelim: Kim kime borçlu, kim kimi besliyor, kim
kime bağlı? Ezen bir ulus nasıl ezen bir güç haline geliyor? Tabii ki ezilen
ulusun ezilişinden, onun sessizliğinden, onun korkak ve onun köle halinden güç
alarak efendi bir konuma geliyor. Eğer sömürge haline getirilmiş bir ulusun
halkı baş kaldırsa, köle konumunu kabul etmese, sürekli isyan halinde onu ezen
ulusa karşı özgürlük savaşını verse, ezen ulus diye bir şey kalmaz. Demek ki
ezen ulus kuvvetini, ezilen ulusun zavallı konumundan alıyor...
Türk devletini, AKP’yi, Erdoğan’ı,
Davutoğlu’nun oluşturduğu gücü düşünelim. Devleti büyük bir despot güç haline
getiren, Erdoğan’ı padişahlaştıran, Davutoğlu’nu tiranlaştıran, Bakanlar
Kurulu'nu savaş kuruluna çeviren kim? Elbette ki Türkiye halkı, Türk emekçileri,
işçi sınıfı, kısacası sömürüden, baskıdan, ezilmişlikten ve yoksulluktan, ölüm
ve zindandan başka payına bir şey düşmeyen yığınlar...Yoksullar askere gitmese
Erdoğan savaşamaz, emekçilerin çocukları polis olmasalar Davutoğlu bu kadar vahşet
uygulayamaz, memurlar körü körüne mide derdine düşmese, bürokrasi bu kadar
keskin bir kılıç gibi halkları boğazlayamaz.
Kısacası Türkler, Lazlar, Çerkezler,
Ermeniler vd. tüm halk ve farklı inançlara sahip kesimler biraz "Kürtleşir"lerse,
biraz irade ve kavga sahibi olurlarsa Türk devleti, beyaz Türk Erdoğan tek bir
gün o sarayda yaşayamaz, çömez ve zavallı Davutoğlu başbakanlık koltuğunda
oturamaz, savaş kabinesi halkları birbirine kırdırtma savaşını yürütemez.
Kadınlar eşlerine,
baba ve kardeşlerine, onlara her gün binlerce kez ölüm ve kölelik tuzağı
kurmaya çalışan erkeklere karşı doğru bir duruş sergilerlerse erkek egemen
sistemi bir gün içerisinde başlarına yıkılır...
Türkiye emekçileri,
işçi sınıfı, proletarya emeğini en ucuzundan satmak için pazara gitmese, kölelik
konumu ifade eden iş isteme talebinde bulunmasa, fazla değil; zorlukları göğüsleyerek
bir ay, sadece bir ay işe gitmeme duruşunu gösterse bak gör işte o zaman bu vahşi
kapitalist sistem kalır mı?
Türk devleti
ve Erdoğan kabinesi ve dolayısıyla erkekler sessiz yığın ve köle ruhlu kadınları
görünce kırmızı görmüş boğa gibi Kürdistan'a, Cîzir'e, Nîsebin'e, Silopiya'ya, Şırnex
ve Gever'e saldırıyor. Bundan dolayıdır ki her gün bir kaç kadın, erkekler tarafından
vahşice katlediliyor ve Türk devleti bir ulusu, bir halkı dünyanın gözlerinin
önünde soykırımdan geçiriyor...