14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu’nda şehit düşen Kemal Pir’in son anlarını Fuat Kav yazdı
Kemal, bir efsaneydi. Can çekişen bir şövalye gibi ölüme karşı direnmeye devam ediyordu hala. Dirhem dirhem, hücre hücre direniyordu. Ama ipi artık göğüslemek üzereydi. Fiziki yaşamın son etabına gelmişti.
- İlkin ben ölmeliyim. Önce ben yummalıyım gözlerimi demişti, eylemin ilk günlerinde. Sanki bu sözlere bağlı kalıyordu. Ama artık karanlıktaydı. Dünyayı, yıldızları, güneşi, ayı ve ışığı sadece hayal edebiliyordu. Gözleri o çakmak çakmak ışığını yitirmişti. Baktı mı insanın içini ışıtan aydınlık gülüşlü gözler yoktu artık.
-Doktor, artık gözlerim görmüyor. Her taraf karanlık... Vay be! Demek ki, körlerin dünyası böyle! Yaşamın onlar için ne kadar acımasız olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bir gece ansızın seslenip bunları söylemişti Hayri’ye. 
-Hiç mi görmüyorsun Kemal, diye zorlukla sorabilmişti Hayri.
-Hayır Doktor, hiç. Tamamen karanlık... Ama önemli değil. Zaten günlerim sayılı. Gardiyanlar bilmesinler. Bana karşı kullanabilirler.
-Öyle söyleme Kemal. Kimin önce gideceği belli değil.
-Hayır Doktor. Önce ben ölmeliyim. Bunu bana çok görmeyin.
-Bir arkadaşın daha ölümüne dayanamam Kemal. Ben de senin gibi kan ağlıyorum. Mazlum’un bizden önce gidişi, Dörtlerin kendilerini feda etmeleri beni feci yaraladı. Bir de, bir de...
-Doktor. Seni anlıyorum. Acısına dayanılmaz günleri birlikte yaşadık. Sorumluluğun ne kadar büyük olduğunu da çok iyi biliyorum. Ama buna rağmen ‘önce ben ölmeliyim’ diyorum. Sen de beni anla. Tamam mı?
Hayri, konuyu değiştirerek ancak Kemal’in dayanılması mümkün olmayan isteğini gündemden çıkartabilirdi. Bu nedenle hiç hesapta olmayan bir soruyla gündemi değiştirmek istemişti:
-‘Ağlama yar ağlama / mavi yazma bağlama’ türküsünü bilen var mı? Müthiş bir şarkıdır. Acıyı, yalnızlığı ve ana hasretini çok yalın bir biçimde dile getiren bu şarkıyı hep dinlemek isterim. Bilen varsa söylerse çok iyi olur. Bilen yok mu? 
Bilen yoktu ama söylenmesi de gerekiyordu. Hayri istemişti çünkü. Ama hepsi de şarkı söyleme konusunda becerisizdi. Sanki sesi güzel olmayan ve şarkı söyleme yeteneğinden yoksun kişiler özellikle seçilerek ölüm orucuna girmişlerdi. İçlerinde sadece ezbere şarkı bilen Karasu'ydu. O da bir iki şarkıyı öğrenmişti. Hayri'nin isteğinden sonra herkes belleğini zorlamaya çalışarak, bildiği ezber kırıntılarını hatırlamaya başlamıştı. Halbuki hepsi de, ‘Ağlama yar ağlama’yı çok dinlemiş, moral gecelerinde koro halinde okumuşlardı. Ama sözlerini tek başına söyleyecek kadar anımsamıyordu hiçbiri. Peki, ne olacaktı? Karasu yetişmişti imdatlarına. ‘Tamam, hepimiz birlikte, koro halinde okuyalım’ demişti. ‘Koro halinde okursak becerebiliriz’ diye devam etmişti. Gerçekten de becerebilmişlerdi. Koro halinde okumuş ve şarkıyı sonuna kadar götürmüşlerdi. Ama ‘nasıl okudular’ diye bir soru sorulmuş olsaydı eğer, verilecek en doğru cevap, ‘berbat’ olacaktı. Şarkı bittikten sonra Karasu, ‘okuduk fakat şarkıyı da tanınmaz hale getirdik. Ama olsun, okuduk ya’ diyerek, olası eleştirilerin önünü kesmişti. Hayri, koroyu alkışlamıştı.
-Ben de size eşlik ettim, dedi Hayri. 
-Karasu, ben de eşlik ettim. Sanmayın ki sadece siz söylediniz, diye araya girdi Kemal. 
-Valla bilemiyorum Kemal, sesin bana gelmedi, daha doğrusu senin söylediğine dair en ufak bir işaret alamadım.
-Nasıl bir işaret bekliyordun?
-Bayağı işte. Okuyan arkadaşlardan işaret alabiliyordum ama senin tarafından, bilemiyorum alamadım.
-Eğer alamamışsan senden kaynaklanmıştır, ben söyledim. Emeğimi inkar etmene izin vermem.
-Tamam, anlaştık, bundan sonra daha dikkatle dinlerim etrafı.
-‘Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz’ı biliyor musun Karasu?
-Hayır, bilmiyorum. Daha doğrusu sözlerinin tümü aklımda değil. Ama bunu da koro halinde söyleyebiliriz herhalde.
-Tamam, söyleyelim. Ben de söyleyeceğim, sonra ‘işaret alamadım’ demeyesin ha.
-Tamam, tamam, bu sefer daha iyi dinlerim, bakarız.
Koro Kemal’in isteğini de yerine getirmişti. Nakarat tekrarlandığında Kemal’in belirgin sesi yükseliyordu hemen. Koronun en bas sesiydi. Bir de en üst perdeden okuduğundan sesi müthiş çıkıyordu. Gür ve kalın ses hücrede yankı yaratıyordu. Karasu'nun duymaması, işareti almaması mümkün değildi. Şarkı bittikten sonra,
-İşareti aldın mı Karasu, diye seslendi Kemal.
-Aldım aldım, hem de çok iyi aldım Kemal arkadaş, bundan sonra seni de koroya alabiliriz ha, dedi. Gerçekten de Kemal’in sesini beğenmişti.
-‘Alabiliriz’ diyorsun, öyle mi?
-Yok, yok, ‘alırız’ değil ‘alıyoruz’ diye düzeltiyorum.
-Tamam, biraz dinlenmem gerek Karasu.
-Tamam, Kemal, sen dinlen. Ben de biraz uyuyacağım. Bugün hangi ilde olduğumuzu, nerede dolaştığımızı ve dolaşırken neleri gördüğümüzü, faşistlerle kavga edip etmediğimizi söylemedik Kemal arkadaş.
-Evet, doğru. Eylemin de 47. günündeyiz. Dolayısıyla bugün Mardin ilindeyiz. Kürdistan’ın en hareketli, en tarihi, en renkli halk mozaiğinin olduğu, çok kültürlü bir şehri olan Mardin’i çok sevdiğimi söylemeliyim. Bugün tarihi yerlerini gezdim, kalesine çıktım, o mimari yapısına hayran kalarak seyrettim. Faşistlerle kavga edemedim, çünkü Mardin'de faşist yoktur. Ama birkaç sosyal şovenle tartıştığımı söylemeliyim.
-Ben de sessiz bir biçimde dolaştım. Yorulunca kaleye çıktım, orada su satan çocuklardan su alıp içtim. Bir ara bu şehri fetheden fatihleri düşünmekten kendimi alamadım. Ne zalimleri, ne hunharları, ne cellatları görmüş olan bu şehir, kim bilir kaç kez yakılıp yıkılmıştır diye düşünürken, şimdiki zalimler geldi aklıma. Sanki bunlar eski zalimlerden çok daha mı vicdanlı? Kemal, dinliyor musun?... 
Kemal uyumuştu, hayır, hayır derinlere, düşünce sınırlarını aşan sınırsız mekanların ötesine dalıp gitmişti. Açlık ve susuzluğun, güçsüzlük ve takatsizliğin verdiği halsizlik onu oralara doğru götürmüştü.
 Kemal’in bünyesi artık dayanamıyordu. Hem gözlerini yitirmişti, hem takatini. Bilinci bir gidip bir geliyordu. Gözleri görmediğinden, çoğu zaman sigaranın filtreli ucunu yakıyordu. Bazen susuyordu ama daha çok konuşuyordu. Durmadan konuşuyordu. Doktorun, gardiyanların eylemi bıraktırma tutumları oldu mu müthiş öfkeleniyor, bağırıyor, bazen de küfrediyordu. Cezaevi doktoru Orhan Özcanlı, Kemal’le daha çok uğraşıyordu.
-Bak Kemal. Ölüyorsun, ölüm yavaş yavaş yaklaşıyor sana. Düşünsene, yaşamının sonuna geliyorsun. Artık bu dünyadan göç etmek üzeresin. Gel vazgeç bu işten. Bu yolun sonu yok…
-Doktor, bana iyi bak! Aç kulaklarını, dinle. Söyleyeceğim her cümleyi kafana kazı. Ben bilinçli başladım bu işe. Yolun sonunda ölümün olduğunu biliyordum. Ve şu an yolun sonundayım, biliyorum. Şu an bile onu, onu temsil eden celladı çok yakınımda hissediyorum. Nefes alışverişini bile duyabiliyorum.
-Yaşam güzel bir şey Kemal. Yaşamı seveceksin. İnsan fani de olsa sonuçta bu dünyada yaşamak ister ve ölümden korkunç derecede korkar. Bu nedenle ‘ölümden korkmam’ sözü yalandır. En yiğidim, cesurum diyen insanın bile ölüm karşısında bacaklarının tir tir titrediğini biliyoruz. Sen de bir insan olduğuna göre, ölüm karşısında senin de korkun vardır mutlaka. Ama bu halinle de olsa seni kurtarabilirim...
-Sen ne sanıyorsun beni doktor! Beni hala tanımadın mı? Ben Kemal Pir’im. Hani övünmek gibi olmasın ama Karadeniz topraklarında dünyaya gelmiş, oranın o cesur, o kendine has özellikleriyle oldukça dürüst ve dosta karşı dost, düşmana karşı düşman olan insanlar arasında hayatın en katı, ama en temiz halini öğrendim. Sonraki yıllarda Anadolu topraklarında yaşayan yetmiş iki milletten insanla tanışarak bugünlere gelen ve bugün de Kürtlerin özgürlüğüne kendini adayan Kemal Pir’im ben. Bilemiyorum, anlatabildim mi?
-Anlatabildin de…
-Bu işin desi mesi yoktur doktor. Sana kendimi olduğu gibi hiç abartmaya kaçmadan, herhangi bir yalan katmadan, son derece dürüst ve yalın bir dille anlattım. Ama buna rağmen hala ‘eğer’ ve ‘de’lerden söz ediyorsan, artık o senin bileceğin bir şey.
-Ama hayat başka türlü akıyor Kemal. Kendini nasıl anlatırsan anlat, sonuçta herkes ölüm karşısında aynı şeyi düşünmekten kendini kurtaramaz. Ölüm korkusu korkunç bir duygudur. İnsanı her renk ve kılıfa sokan bir duygu depremi yaratır. Öylesine bir deprem ki, bazen insanı insanlıktan bile çıkartır.
-Bak işte ilk kez doğru bir söz çıktı ağzından.
-Ne demek yani?
-Anlaşılmıyor mu?
-Ben ölüm ve korkudan bahsediyorum. İddia ediyorum ki, her insan ölüm karşısında aynıdır. Herkes ölümden korkar. Ve aynı zamanda onun karşısında hummaya yakalanmış gibi tir tir titrer. Bu Kemal Pir de olsa.
-Bak doktor, yaşamın, ölümün, diri veya mevta haline gelmenin ne demek olduğunu, kimin ölümden korkup korkmadığını, ölüm karşısında kimin tir tir titrediğini gayet iyi biliyorum. Bu dünyadaki faniliği de öbür dünyadaki cennetlik veya cehennemlik halleri de gayet iyi biliyorum. Sen ve senin gibileri bu tür şeyleri bilmezler. Anlamazlar, anlasalar da anlamazlıktan gelirler. Sana bir şey daha söyleyeyim mi doktor?
-Söyle, tabii.
-Doktor, yaşamı öylesine seviyorum ki, hem de uğrunda ölebilecek kadar. Bak işte, bizzat tanıksın. Göreceksin, bizzat gözlerinle göreceksin yaşam uğrunda nasıl öldüğümü, hayatımı nasıl feda ettiğimi, gözlerimi kırpmadan nasıl ölerek yaşama sarıldığımı…
-Boşuna öleceksin Kemal, boşuna. Ölümle bir yere varılmaz. Hayatta kalacaksın ki, yapmak istediğin şeyi elde edesin, yoksa kimse senin amaçların doğrultusunda harekete geçmez. ‘Kahraman olma hayali’ geçici bir hayaldir. Kaldı ki bunu da doğru ve anlamlı bulmuyorum. Bir insan öldükten sonra kahraman olmuş, heykeli dikilmiş, adına kitaplar yazılmış, filmler çekilmiş, bana göre bir anlamı yoktur. Giden gitmiştir.
-Zaten hiç bir şeye inanmayan birisisin sen. Amacı olmayan, geleceği düşünmeyen, yarınki çocuklara hiçbir şey vaat etmeyen bir inkarcı olduğun için, her şeye günlük ve maddi yaşamla bağlantılı olarak yaklaşıyorsun. ‘Geçmiş geçmiştir, geleceği gelecektekiler düşünsün, anı yaşa, anı düşün ve anı tasarla’ düşüncesine sahipsin. Bu nedenle kahramanları, kahramanlıkları anlayamazsın sen.
-Ben hala yarın seni soracak, heykelini dikecek, adına kitaplar yazıp filmler çekecek, ‘bir zamanlar burada yiğit bir Karadenizli vardı, bizim için ölüm orucunda hayatını kaybetti’ diyebilecek kimsenin olabileceğini düşünmüyorum. Belki sırf zaman harcamak için marjinal bir grup adını anabilir ama hiçbir zaman bir ulusa, bir halka mal olabilecek kadar kahramanlaşamazsın. Aha bunu buraya yazıyorum Kemal.
-Neden hep kahramanlık veya adımın anılmasından bahsediyorsun doktor? Bir insan normal toplumsal ve tarihsel görevini yerine getiremez mi? Neden mutlaka karşılığını istiyorsun?
-Burada ciddi bir şeyden, yani ölümden bahsediyoruz Kemal. Tabii ki karşılığı olmalıdır. Ölüyorsun, bari kahraman ol, bari adın anılsın, bari adına kitaplar yazılsın.
-Çok önemli olmamalı dediğin unvanlar. Önemli olan görev ve sorumluluktur. ‘Her şeyin mutlaka karşılığı olmalıdır’ yaklaşımı, çığırından çıkmış bir yaklaşımdır. Kendini kaybeden, özüne ve ruhuna, varoluş gerekçesine ters düşen bir tutumun en çıplak halinin dışa vurumudur.
-Ben hala ‘ne diye öleceksin’ sorusunu sormaya devam ediyorum. Boş bir amaç uğruna, boşu boşuna bir ölüm olacak ölümün. Devleti iyi tanıyan ve bilen birisi olarak da şunu söylemeliyim ki, devlet sizi muhatap almayacak. Hepiniz ölseniz de buradan tabut tabut çıksanız da devlet büyüklerimiz sizi asla ciddiye almayacaktır. Bunu böyle bilin.
-Sabahtan beri konuşuyor, tartışıyor ve can alıcı şeyleri anlatmaya çalışıyoruz birbirimize. Ama sen hala dik, sert ve deyim yerindeyse bidon kafalı olmaya devam ediyorsun. Bence doktor değilsin, hatta Tıp Fakültesi’nin önünden bile geçmemişsin. Bir kasap, bir cellat, bir katil olabilirsin, belki de bir canavar. Ama asla bir doktor olamazsın.
-Bana hakaret ediyorsun Kemal. Tartışıyoruz, konuşuyoruz ve zaman zaman belki birbirimize kızıyoruz da. Ama hakaret olmamalı.
-Senin bütün konuşmaların hakaret yüklü. Seninle tartışmak mümkün değil. İnsan biraz insan gibi konuşmalı, tartışmalı.
-N’olursa olsun hakaret etmemelisin bana.
-Böyle konuşursan sadece hakaret etmem, eğer gücüm yeterse kavga da ederim, sen de bunu böyle bil.
-Boynu Azrail’in pençesi altında olan birine haksızlık ve hakaret etmek istemem. Nasıl olsa öleceksin, nasıl olsa gidicisin, nasıl olsa ‘elveda’ diyorsun, hayata.
-Bak işte, inançları uğruna ölen birisi için nasıl konuşuyorsun? Bir doktora yakışır mı bu?
-Seni kurtarabilirim, iyileştirebilir, seni eski haline getirebilirim. Yol yakınken dön Kemal.
-Ben inançlarım uğruna ölüyorum. Bu nedenle boşuna ölmüyorum. Ben kendimi insanlık davasına adadım. İnsanlık için ölüyorum. Kürt halkına karşı bir borcum var. Kavgamın, mücadelemin özel boyutu da budur. Ama sen bunu anlamazsın, anlayamazsın!
-Günah benden gitti. İstesen de artık seni kurtarmayacağım! Zaten gizliden gizliye neler yaptığınızı, neleeer neler yediğinizi biliyorum… 
Diyaloğu duyan diğer eylemciler müdahale etmek istemişlerdi, fakat sonra vazgeçmişlerdi bundan. Doktorun yemek yeme suçlaması oldukça zorlarına gitmişti. Vicdansızlık olurdu da bu kadarı olmazdı. Dünyanın başka yerinde, böyle birşey yaşanmış mıydı acaba? Ölümün eşiğindeki inançlı insanlara düşmanları saygı duyabilirlerdi ancak. İnsanlık bu kadar ayaklar altına alınamazdı. 
-Bana bak doktor!
-Evet, Kemal, baktım. Ne var, ne diyeceksin?
-Gizliden yemek yediğimi mi iddia ediyorsun? Yemek yiyenin...! Ama sen onurunu yitirmiş birisin... Bak doktor, yemek yemediğimi bir iki gün sonra göreceksin.
-Neyse Kemal, bırakacaksan gel seni hastaneye kaldırayım. Unutma eğer bunu yaparsam mutlaka bir karşılığı olacak.
-Defol git başımdan. Senin cellat yüzbaşın, onun daha da büyüğü Yamak paşan beni dize getiremedi, sen mi getireceksin?. Derhal buradan ayrılın. Bir daha görmek istemiyorum sizi.

-Zaten görmüyorsun Kemal. Burada olsam ne çıkar!


 
Yukarı