Önceki gün dokuz özgür basın çalışanıyla birlikte bana yabancı olmayan Fransa’ın Strasbourg kentine yol alırken, o gün tam 70 gündü açlık grevinde bulunan eylemcileri düşündüm hep. Bir anlamda onlarla birlikte yolculuk ettim. Erimiş bedenlerini gözlerimin önüne getirdim. Çukura inmiş gözlerini, düzensiz yürüyüşlerini, dışarıya doğru fırlamış avurtlarını, beyaza bürünmüş gözbebeklerini, pul pul dökülen derilerini, gözle sayılabilecek kadar dışarıya çıkmış kaburgalarını düşündüm onlarca kez…
Bundan yedi yıl önce Strasbourg’da St. Maurice Kilisesi’nde on beş arkadaşımla aynı amaç doğrultusunda 52 gün kaldığımız açlık grevini de düşünmeden edemedim. O zaman da Başkan Abdullah Öcalan’ın sağlığı, güvenliği ve özgürlüğü temelinde oluşturduğumuz “Öcalan’a Özgürlük İnisiyatifi” adı altında bir grup arkadaşla süresiz ve dönüşümsüz açlık grevine başlamıştık. “Êdi Bes e“ hamlesi temelinde başlattığımız açlık grevi o zamana kadar Avrupa’da en uzun açlık grevi olmuştu. 52 gün süren eylem AK Sekretaryası ve CPT’nin İmralı’ya gitme konusunda verdiği sözün ardından eyleme son vermiştik.
İkinci Strasbourg eylemi, birinci Strasbourg eylemini aşan günleri de tebessümle düşünerek Lüksemburg’a ulaştık. Kısa bir kahve molasından sonra yeniden yola çıktık. Kaldığım yerde düşünmeye devam ederken eylemlerinin daha otuzuncu günlerinde „rekorunu kıracağız. 52 günü aşacağız, isteklerimiz yerine gelse de bir biçimde uzatarak 52 günü geçeceğiz” diye bana takılan Nimet Sevim ile Gülistan’ın eriyen bedenlerini, ama büyük cesaret ve keskin olan iradelerini bir kez daha düşündüm. 52 günü aştıklarına dair sevindiğimi söyleyemem. Elbette ki nedeni 52 günü aştıkları için değil, 52 günden fazla aç kaldıklarına, hücre hücre eriyen bedenlerine, gözlerimizin önünde birer mum gibi eriyen gövdelerine sevinmedim. Daha ilk günde uzun sürecek olan bir eylemin altına imza attıkları belliydi. Bunu onlar da, “Tecridi kıralım, faşizmi yıkalım, Kürdistan’ı özgürleştirelim“ hamlesine öncülük eden Leyla Güven de tahmin ediyordu. Zaten bu nedenle Gülistan ile Nimet arkadaşlar eylemin belli aşamasından sonra, „53. Günde büyük bir moral gecesini düzenleyeceğiz, herkesi ve özellikle de seni davet edeceğiz. ‘Gelemem, işim var, başka bir zamana kalsın’ demek yok! Geleceksin ve 52. günün bayrağını bize teslim edeceksin” demekle yetinmediler, deyim yerindeyse ne gerekiyorsa onu yaptılar.
Ve o gün, yani eylemlerinin 53. Gününde onlara misafir oldum. Moral gecesini düzenlemedik, ama o gün orada onlara “rekor” bayrağını teslim etmem zaten onlar için büyük bir moral gecesi olurken, benim için ise onların 52 günden fazla aç kaldıkları için hüzünlü bir „gece“ dönüşüverdi.
‘Rekor’ artık onların elinde…
Evet, Avrupa’da, uluslararası kurumların bulunduğu kent olan Strasbourg’da artık „rekor“ onlarındı. Onları en doğal halleriyle, en mütevazi duruşlarıyla bırakıp yeniden çalıştığım ülkeye gelirken daha birçok kez bu kente gideceğimi de biliyordum. Çünkü gerçekten de Kürtlerin içerisinden geçtiği süreç kaoslu, çelişki ve çatışmalarla dolu bir süreçti. Bunun nedeni elbette ki yaşanan sorunun olgunlaşıp tam da çözüm noktasına gelmiş olmasıydı. Çelişki, çatışma ve kaos bir sorunun hem varlığını, hem olgunluğunu, hem evrenselliğini ve hem de onun artık belli bir rotaya girmiş olmasını ifade ediyor. Kürtler şimdi tam da bu aşamada…

Son perde…
Kürt sorunu binlerce perdenden oluşan bir oyunun son perdesinde. Son perde bir oyunun en yoğunlaşmış halini de ifade eder. Tüm perdelerin anası, farklı farklı boyutlardan oluşan yüzlerce boyutun en derin ve belirgin hali. Buna yaşanan tüm muharebelerin en son muharebesi de, sorunu kökünden çözecek son hamle de demek mümkün…
Kürtler bu son hamlenin en zor aşamasından geçen bir sürecin hem karanlık labirentinden, hem de bu karanlık günleri aydınlığa dönüştürecek olan güneşin sıcaklığını, Zühal’in bilgeliğini, ayın hüzünlü ama özgürlük dolu heyecanını dünyaya sunacağı bir zamandan geçiyor. Bunu bir slogan, bir propaganda, öylesine söylenmiş bir söz olarak söylemiyorum, dünyayı korkuyla kıskıvrak esir alan DAİŞ canavarlarına karşı zaferi büyük bir gururunla dünyaya ilan eden o „fotoğraf“ın bize verdiği güvenle belirtiyorum.
Büyük bir hamle, acı ve trajedi ile dolu bir zaman, ve dünyayı sarsacak bir zaferle son bulacak bir süreç…
Leyla Güven zafere doğru giden bu hakikat yolunun en belirgin yolcusu. Yolcular içinde en önde yürüyen hakikat öncüsü, ona damgasını vuran, ruhunu özgürlükle yıkamak için en önde koşan bir fedai can…
İşte bu düşüncelerle Strasbourg’a, „rekor“u elinde tutan ve zafer ipini göğüsleme konusunda son derece kararlı olan 14 fedainin yanına ulaşıyoruz. Bizi avluda elinde sigarasıyla tek başına volta atan ve bizi gördüğünde gözlerini kısarak küçük adımlarla gelen Nimet Sevim karşılıyor. Bir de Kürt basının tanınan simalarından Mahir Amed. Nimet’e bir tespih hediye ettikten sonra içeriye giriyoruz. „Açlık ordusu“ bizi karşılıyor. Yüksel Koç ve diğer eylemcilerle kucaklaştıktan sonra derin sohbete giriyoruz… Sohbetin konusu açlık grevinin gidişatı, eylemcilerin sağlık sorunları, sürecin analizi ve tabi ki Gülistan arkadaşın bir kez daha gündeme getirdiği 53. günü aşan „rekor“ nedeniyle ona teslim ettiğim bayrağın hikayesi…
Sohbetin belli aşamasından sonra 20 yıl birlikte zindanda kaldığım Mustafa Sarıkaya ve onunla birlikte genç devrimci Deniz arkadaş geliyor, sonra diğerleri… İki Rojhilatlı yurtsever ve şoreşger olan Muhammed Ghaderi ile Kardo Bokan’i geliyor. Birisi İrlanda’dan diğeri Almanya’dan gelip eyleme katılan bu iki şoreşgeri anlatmak değil, gidip görmek ve onların sohbetlerini, anlatım ve konuşmalarını dinlemek gerek. Anlatmak kolay ama onları dinlemek gerçekten de oldukça zor. Zor çünkü her ikisinin iç dünyaları hem acılarla dolu hem de oldukça zengin. Zenginlik ruhlarının derinliklerinden akıyor adeta…
Dilek Öcalan’ın ise nabzı düşük ve hasta. Çağırıyoruz, görüşme olanağımızın olup olmadığını orada bulunan görevlilerden soruyoruz. „Zaten geliyor“ dedi bir görevli. „Sizin geldiğinizi duyunca hasta olmasına rağmen ‘geleceğim’ demiş“ ve fazla zaman geçmeden biraz solgun, biraz halsiz, ama oldukça zayıflanmış haliyle karşımızda dikildiğini görüyoruz. Bedeni erimiş ama iradesi daha fazla çelikleşmiş. Kerem Solhan yatağında oturmuş haliyle bir şeyler yazdığını görünce, yoğunlaşmasını dağıtmadan yanından sessizce geçiyorum. Geçtiğimiz salonda Ayvaz Ece, Kerem Solhan, Agit Ural’ı görüyoruz. Hepsi de kararlı ve taleplerini gerçekleşeceğe olan inançları tam…

Hepsi aynı şeyi düşünüyorlar…
Hepside aynı şeyi söylüyor, aynı kararlılıkta konuşuyorlar: „Yaşanan hukuk dışı bir muamele var. Bir halkın önderinden tam üç yıldır haber alınmıyor ve mutlak anlamda bir izolasyon var. Hiç bir hukuka, hiç bir yasaya uymayan bu yasa dışı muamelenin ortadan kaldırılması gerekiyor. Fazladan istediğimiz bir şey yok, yasadışı bir uygulamanın ortadan kaldırılmasını istiyoruz. AK, AP ve CPT de bunu çok iyi biliyor. CPT şu an yasadışı işlerle uğraşıyor, suç işliyor ve yapılan bir işkenceye göz yumarak Türk devleti ile işbirliği içinde. Bu konuda herkes çok iyi biliyor ki bu mutlak tecrit kalkacak. Başka türlü olmaz. Ya dünyanın dört bir yanında yayılmış açlık grevinde bulunan yüzlerce insanın ölümüne seyirci kalacaklar ya da tecridi kaldıracaklar, başka çare yok…“
Ayrıca hepsinin gözü kulağı Leyla Güven ve Nadir Yağız’da. „Onların durumları çok daha ağır, Leyla Güven yüz on güne ulaşıyor, Nadir doksan günü aştı. Sorun biz değil, onlar. Eğer onlara bir şey olursa hiç bir şey eskisi gibi olmaz. Türkiye’de de başka yerde de. Herkes bunu iyi bilsin. Kürtlerin yaşama hakkı elinden alınırsa işler tersine döner, bunu herkes bilmeli, ona göre davranmalı…“
CPT’nin görevi ne?
Gerçekten de „CPT’nin görevi ne ve orada çalışan memurlar ne işle uğraşıyorlar“ diye insan sormaktan kendini alamıyor. CPT, işkenceyi önlemekle sorumlu uluslararası bir kurum. Bu kurumun görevi işkenceleri ve yapılan hak ihlallerini önlemek. Bu kuruma, orada çalışan memurlara göre „işkence“ denilince akıllarına ne gibi bir uygulama geliyor, tam bilemiyoruz. Ama Başkan Abdullah Öcalan’a dönük yapılan uygulama işkencenin ta kendisi olduğunu biliyoruz. Üç yıldır tecritte, ne yapıyor ve nasıl bir uygulamaya tabi tutuluyor bilinmiyor. Ailesiyle, avukatlarıyla görüştürülmüyor, dünyadan tamamen izole edilmiş, her türlü iletişim ve sosyal ilişkilerden mahrum durumda. Peki tüm bunlar işkence değil mi? Elbette ki işkence, peki CPT bunları bilmiyor mu? Tabi ki biliyor. Peki neden harekete geçmiyor? Çünkü Avrupa Konseyi’ne bağlı bir kurum olması itibarıyla uluslararası politik güçlere göre hareket ediyor ve bu nedenle onlara göre her şey „normal“ oluyor.
İşte eylemcilerin görevi bu zihniyeti, bu uygulamayı, bu anlayışı ve tüm bunlardan hareketle ortaya çıkan tecridi kırmaktır. Bunun için eylemdeler, bunun için bedenlerini milim milim eritiyorlar, bunun için her gün biraz daha hakikatin gerçekliğine doğru ilerliyorlar. Ramazan İmir, bir tv kanalında konuşurken „kapitalist modernitenin bizim kim olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı ve nasıl bir güce sahip olduğumuzu anlayacaklar“ derken, tam da yolculuklarının sınırsızlığını ve giden yolda ne kadar da inançlı ve kararlı olduklarını anlatmak istiyor aslında…

Sınırsız bir zamana yayılış bir yolculuğun, bir hakikatin ve kutsal bir mücadelenin tam orta yerinde, 70. günde açlık grevinde olan eylemcilerden büyük bir hüzün ve aynı zamanda onlardan aldığımız büyük bir güçle ayrılıyoruz. Gözleri pırıl pırıl parlayan Gülistan’ı, büyük bir erdem ile kendini fedai sürece yatıran Sarıkaya’yı, yaşamının yarısını zindanlarda ve mücadelenin diğer alanlarda özgürlük için feda etmeyi ahlaksal bir duruş olarak gören Nimet Sevim’i ve aynı biçimde yaşamlarını mücadelenin en kesin alanlarında özgürlük için adayan Ramazan İmir’i, Nurgül Başaran’ı, Deniz Sürgüt’ü, Yüksel Koç’u, Dilek Öcalan’ı, Ayvaz Ece’yi, Kerem Solhan’ı, Muhammed Ghaderi’yi, Kardo Bokani’yi, Ekrem Yılmaz’ı, Agit Ural’ı düşünerek, onların hücre hücre erimiş, ama ruhları diri, iradeleri keskin, inançları sarsılmaz hallerini yeniden düşünerek yola çıkıyoruz…
 
 
Yukarı