Karanlık bir dehlizi andırıyordu. Kapkara bir bulut dolaşıyordu ve bu bulut tarafından yutulmak üzere olan binlerce tutsak büyük bir endişeyle bekliyordu bu karanlığın orta yerinde. Cehennem zebanileri tarafından sarılmış, her yanı vahşi yaratıklar tarafından çepeçevre kuşatılmıştı bu karanlık dehliz. Bir cehennemdi aslında, evet her yerinde katran dolu kazanların kaynatıldığı kapkaranlık bir cehennem...

İşkencenin, vahşetin, korku ve soysuzluğun derin bir biçimde inşa edilmek istendiği bu cehennemin adı: Diyarbakır 5 No'lu Zindanı'ydı. Burada, bu zindanda, bu cehennemde binlerce tutsak esir konumundaydı. 12 Eylül darbesi olmuş, askerler yönetime el koymuş, cuntanın başı Kenan Evren ve dört konsey üyesi her şeyi kendilerine göre ayarlayan bir sistem oluşturmuşlardı. Kürdistan ve Türkiye halkları büyük bir baskı ve işkence; köy, kasaba, şehir gibi yerleşik alanlar tamamen şiddet çemberine alınmış, sözcüğün gerçek anlamıyla halkların iradelerini kırmayı esas alan bir sürece girilmişti...

12 Eylül faşist cuntasının hedeflediği alanlardan birisi de cezaevleriydi. Önce dışarıda büyük tasfiye amaçlı operasyonlarla devrimci hareketlere saldırmış, şehir şehir, kasaba kasaba, ilçe ilçe, köy köy, sokak sokak, ev ev baskınlar yaparak devrimci güçlere, aydın ve demokratlara, ilerici ve öğrenci gençliğe yönelmiş, kanlı ve vahşi saldırılarla büyük katliamlar gerçekleştirmiş, ardından cezaevlerine yönelmişti. Diyarbakır 5 Nolu, Mamak ve Metris cezaevlerinde bulunan devrimci tutsaklara özel konseptlerle saldırmıştı. Mamak ve Metris’te Türkiye sol hareketlerinden devrimciler, Diyarbakır 5 Nolu’da ise PKK’lı devrimci tutsaklar bulunuyordu. Türkiye devrimci hareketlerine sol, sosyalist ve devrimci oldukları için PKK’lı tutsaklara ise Kürt ve devrimci oldukları için yönelen faşist 12 Eylül yönetimi dünyada benzeri görülmemiş işkence ve vahşet uygulamaları tutsakları teslim alma çabasına girişti. 

Devrimci tutsakların teslim alınarak Devrimci hareketlerin tasfiyesi için her şey mubah görülüyordu. Bu amaca ulaşmak için ne gerekiyorsa, ne lazımsa o yapılacak, o gerçekleştirilecekti. Ölüm en basit ve sıradan bir şey olarak görülüyordu. Ancak cunta için önemli olan bedensel ölüm değildi, onun için önemli olan tutsakların teslim alınması ve kendi kendilerine ihanet etmeleriydi. Bu anlamda düşünce ve ruhun öldürülmesi esastı. Ancak düşünce ve ruhta ölümü kabul etmeyen tutsaklar fiziki olarak öldürülebilirlerdi. Zaten karar, konsept ve uygulama böyleydi. Kenan Evren böyle buyurmuş, cuntayı temsil eden diğer konsey üyeleri buna katılmış, hukuk ve yasalar, mahkeme ve cezaevleri buna göre düzenlenmişti. Kenan Evren faşist ekibi ile birlikte her şeyi önceden ayarlamış, belli bir konsept temelinde hedef planlamasını darbeden önce yapmıştı. Bunun için hem cezaevleri ayarlamış hem cezaevleri için hazırlanan konsepti hayata geçirecek kadro eğitilmiş, hem de uygulama planlamasını belli bir bütünsellik içinde hazır hale getirmişti.

Cunta, PKK’li tutsaklar için Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’ni hazırlarken, ihanet konseptini pratik uygulamalarla hayata geçirecek ekibin başında yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran'ı görevlendirmişti. Kürdistan’daki tüm savaş esirleri Diyarbakır’da toplamıştı. Burada adına askeri akademi denilen cezaevinde oluşturulan özel eğitilmiş işkenceci ekiple 'terbiye' edilecekti. Esat Okta’ya göre Kürt diye bir ırk, bir halk, bir ulus, bir topluluk, bir birey yoktu. Kim, nasıl, neden böyle bir kavram kullanmış bir türlü anlam verememişti. Ama şimdi bu kavramı icat edenler, bunun için mücadele edenler, Kürt, Kürdistan diyenler, bir Kürt devletini kurmak isteyenler onun yanında, onunla birlikte, daha doğrusu onun esirleri olarak hücrede duruyorlardı. Evet, demek ki 'vatan hainleri, vatana ihanet edenler, Ermenilerle, Yunanlarla, ecnebi devletleriyle işbirliği yapanlar' bunlardı?

Ve Kenan Evren’in celladı Esat Oktay Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’ne ilk geldiğinde şunları söyler: Siz beni tanımazsınız, ama ben sizi, hepinizi, teker teker tanıyorum. Lideriniz Abdullah Öcalan’ı da biliyorum. Sizin daha önceden beni tanımanız fazla önemli değildir, ancak kısa sürede, birkaç gün içinde beni tanıyacaksınız. Çünkü bundan sonra buradayım, sizinle birlikte olacağım. Askeri okulumuzun komutanı olarak sizi eğiteceğim. Eğitim yöntemim çok farklı, zengin ve hemen sonuç alıcıdır. Uyguladığım yöntemler şimdiye kadar hiçbir biçimde başarısız olmamıştır. Herkes, her öğrenci komutanlık yaptığım okuldan bir biçimde mezun olmuştur. Mezun olmayan tek bir kişi yoktur. Çünkü olmayanları da tahtalı köye gönderdim. Ama eğer içinizde Kıbrıslı kimse varsa beni anne ve babalarından, abilerinden, kalmışsa akrabalarından sorabilirler. Veya Türk ordusunun Kıbrıs’a girdiği zamanki süreç hakkında bilgisi olanlardan hakkımda bilgi alabilirler. Kıbrıs’ta esir kampında komutandım. Sorun deyin ki ‘kamp komutanı kimdi’ ve ‘neler yaptı?’. Beni tanımayanlar da mutlaka namımı duymuştur. “O mu, o teğmen mi, kampları cehenneme çeviren o adam mı, Türk olmak istemeyen, Türk bayrağının önünde saygı duruşuna geçmeyen Kıbrıslıların başlarını gövdelerinden koparan subay mı?” diye cevap vereceklerdir…


Esat Oktay’ın anlatımları, plan ve konsepti sadece bunlar değildi. Somuta ilişkin de konseptini açıklamış ve tutsakları tehdit ederek şunları söylemişti: Beni iyi dinleyin, bana bakın ve geçmişimle ilgili mutlak anlamda bir bilgi sahibi olun. Burası bir askeri okuldur, siz de burada bu okulun öğrencilerisiniz. Ben de bu okulun, dolayısıyla da sizlerin komutanıyım. Türk ordusunda komutan ne derse öğrenci sadece esas duruşa geçerek emredersiniz komutanım diye yanıt verir. Öğrencilerin, askerlerin emri yerine getirmekten başka hiçbir hakkı yoktur ve söz söyleme hakkı olamaz. Sadece komutana uyar, komutanın gözüne bakar, onun sözlerini dinler ve daha leb demeden leblebi diye anlar ve gerekeni yerine getirir. Sizce bunları neden anlatıyorum? Biliyorsunuz ama yine de söyleyeyim: Siz de şu andan itibaren askeri okulumuzun öğrencilerisiniz. Birer asker veya asker adayı olarak buradasınız. Bir Türk askeri olarak askerlik ocağından mezun olduğunuzda Türkün yüceliği ve Türkün kanlı, kırmızı, ay yıldızlı bayrağı için cihanla savaşacaksınız… Tamam mı?

Ebetteki tutsakların cevabı büyük ve derin bir sessizlik olmuştu. Ama bu sessizlik Esat Oktay’ın konseptine uymamıştı. “Emredersiniz komutanım” diye bir cevap bekliyordu. Eğer yanıt “emrederseniz komutanım” olsaydı daha ilk gün zaferi kazanmış olacaktı. Ancak tutsakların cevabı derin bir sessizlik olunca bu işin öyle kolay olmayacağının mesajını almıştı. “Tamam, demek ki bazılarınız şimdi, bazılarınız yarın, bazılarınız da yarından sonra konseptim için 'evet' diyecek. Ama bir gün herkes ‘evet’ demek zorunda kalacaktır. En geç üç ay içinde herkes bana komutanım diyecek, bu da yetmeyecek ben Türküm diyecek, bunu burada söylüyorum ve gidiyorum. Ama bundan sonra buraya gelirken böyle gelmeyeceğim, bu üslupla hitap etmeyeceğim ve sizinle böyle uslu uslu konuşmayacağım…”

Diyarbakır 5 Nolu cezaevi artık bir zindandı, Türk devletinin Kürtleri eritme ve Türkleştirmede kullanacağı bir teslim alma ve devşirme ocağıydı. Artık bir işkence üretme, irade kırma ve Kürtleri soysuzlaştırma, Kürt olduğuna bin pişman ettirme kampıydı.

Esat Oktay Yıldıran tüm işkence yöntemleriyle yönelmeye başladığı andan itibaren tutsaklar da kendi konseptlerini Esat Oktay’a sunmuşlardı. Konsept şuydu: Teslim olmayacağız. İhanete karşı tutumumuz ve duruşumunuz sert olacak. Burası bir zindan olabilir, sizin için bir askeri okul rolünü alabilir, siz bir komutan olabilirsiniz. Ama söylediğiniz hiçbir şey bizim için geçerli değildir. Bizler Kürt halkının devrimcileriyiz, amacımız Kürdistan bağımsızlığını elde etmektir. Bunun için örgütlendik,  partileştik, bunun için mücadeleye atıldık. Siz Kürt halkını inkar etseniz de Kürt halkı vardı, var olacak ve varolmaya devam edecektir. Bizler de halkımızın seçkin evlatları olarak Türkleştirmeye karşı direneceğiz, inancımızı, ideolojimizi, partimizi ne pahasına olursa olsun koruyacağız. Hepimiz birer mücadele neferi ve fedaileriyiz, işkencelerden de, ölümlerden de korkmuyoruz…

Restleşme başlamış ve devrim ile karşı devrim, Kürdistan devrimcileri ile faşist cunta, Apocular ile Türk devleti sözcüğün gerçek anlamıyla karşı karşıya gelmiş ve belki de ilk kez cephe halinde birbiriyle kıyasıya bir savaşa girişmişlerdi. Askeri cuntanın elinde her türlü imkan ve işkence, imha ve savaşma aracı varken Apocu tutsakların çıplak beden ve inançlarından başka hiçbir şeyleri yoktur. Ancak düello başlamış, ok yaydan çıkmış, söylenmesi gereken sözler söylenmişti. Apocu cephede komutan konumunda olan Kemal Pir, Hayri Durmuş, Mazlum Doğan öncülüğünde bir avuç Apocu direnişçi varken, bunların karşısındaki asimilasyoncu, inkârcı ve işkenceci gücün sayısı binleri buluyordu. 

Kıran kırana sürdürülen bir savaşın en keskin yerinde 14 Temmuz Büyük Ölüm Orcu devreye girdi. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Mustafa Karasu ve diğer Apocu kadrolar fiili direnişin yetmediğini, yanıt olmada dar kalındığını, teslimiyet ve ihanetin giderek derinleştiğini görünce yeni bir eylem kararına ulaşırlar. Aslında farklı eylem biçimleri, fedai eylem tarzı daha önce Mazlum Doğan’ın eylemiyle netlik kazanmıştı. Mazlum Doğan kendi eylemiyle keskin bir eylem çizgisini ortaya koymuş, kendisinden sonra eğer koşullar değişmezse, teslimiyet ve ihanet dayatması devam ederse uyguladığı duruşun mutlak anlamda devam ettirilmesi gerektiğini göstermişti. Dörtlerin eylemi de bu bağlamda gelişmişti. Mazlum Doğan’ın eylemi dörtlerin eylemini, dörtlerin eylemi de 14 Temmuz Büyük Ölüm orucu eylemini doğurmuştu. Zira başka çere yoktu. Askeri cuntanın Apocu tutsaklara dayattığı tek bir şey vardı, önce teslim almak ardından da ihanet ettirmekti. Cuntanın konsepti buydu. İhanete karşı direniş konsepti Mazlum Doğan’ın dilinde netleşmişti: “Teslimiyet İhanete Direniş Zafere Götürür” sloganı canlı bir biçimde orta yerde dururken onun yaratıcısı olan Mazlum Doğan ise fedai eylemiyle kendi direniş konseptinin gereklerini yerine getirmişti.


“Doktor, doktor eylemi çıkacağımız ilk mahkemede açıklayalım. Çok geciktik, daha fazla bekleyemeyiz. Zaman hızla akarken ihanet ve teslimiyet de bu hıza ayak uydurmuş durumda. İhanet salgın bir hastalık gibi yayılıyor ve giderek derinleşiyor” demişti Mustafa Karasu. Kemal Pir doğrudur, hemen, bir an önce başlamalıyız, yoksa çok geç kalırız diye devam etmişti. Diğer tutsaklar da aynı biçimde Hayri Durmuş’a aynı telkinde bulunmuştu. Hemen başlayalım düşüncesi Hayri Durmuş’ta da çok daha belirgindi. Ancak daha önce çıktığı mahkemelerde cellatlar söz hakkı vermediği için eylemin açıklamasını yapma fırsatını bulamamıştı. Ancak bu kez bir yolunu bulup açıklamaktan başka çare yoktu. Mahkeme bir şekilde söz hakkı alacak, eyleme, ölüm orucuna başladıklarını ilan edecekti. Söz hakkı verilmezse bile ayağa kalkacak ve kürsüde haykıracaktı: “Cuntanın bize dayattığı teslimiyet ve ihaneti kabul etmiyoruz, bu nedenle ölüm orucuna giriyorum” diyecekti.

Hayri Durmuş öyle de yaptı. O gün mahkemede tarihi bir konuşma yaparak konuşmanın ardından ölüm orucuna başladığını söyledi. “Biz bir ulusuz, yirmi milyonu aşan bir halkız. Dilimiz, kültürümüz, toprağımız, geleneğimiz, tarihimiz var. Kısacası tüm ulus ve halkların neyi varsa bizimki de, yani Kürtlerinki de vardır. Ancak tüm bunlar elimizden alınmıştır. Toprağımız gasp edilmiş, ülkemiz işgal edilmiş, dilimiz, kültürümüz, adımız bile yasaklanmış. Kürt ulusu diye bir ulus, Kürt halkı diye bir halk yoktur denilmiş ve bu bir anlamda kabul ettirilmiştir. Yoğun bir asimilasyon politikası ile halkımız adeta kendi kendine yabancılaştırılmıştır. Bunu yapan Türk, Iran, Irak ve Suriye devletleridir. İşte bizler, yani Kürt gençleri olarak bunu kabul etmedik ve mücadele etmeye başladık. PKK adıyla bir parti, bir örgüt kurduk. İşte bugün yargılamaya çalıştığınız parti, yani PKK benim partimdir ve ben bu partinin Merkez Komite üyesiyim. Bunun için bana ve arkadaşlarıma işkence yapılıyor. Mazlum Doğan arkadaşım bu uygulamalara karşı durmak için kendini feda etti. Ferhat Kurtay, Mahmut Zengin, Eşref Anyık ve Necmi Öner  Mazlum Doğan arkadaşın eylemini daha bir üst aşamaya çıkartmak için kendilerini cayır cayır yaktılar. Fakat bize dayatılan teslimiyet ve ihanet son bulmadı. İşte ben de arkadaşlarımın gerçekleştirdiği bu soylu direniş eylemlerini daha da derinleştirmek için bugünden itibaren ölüm orucuna başlıyorum.” Ardından Ali Çiçek, sonra Kemal Pir ve diğerleri teker teker ellerini kaldırarak Hayri Durmuş’la birlikte ölüm orucuna girdiklerini açıkladılar. O gün cellatların askeri mahkemesinde altı PKK'lı tutsak, ölüm orucuna başladıklarını ilan ettiler.  Daha sonra Akif Yılmaz ve birkaç tutsak daha cezaevinde ölüm orucu eylemine dahil oldular…

O gün, yani 14 Temmuz 1982 yılında Diyarbakır Askeri Mahkemesinde Hayri Durmuş’un öncülüğünde büyük bir eylem başlamıştı. Ulusal ve toplumsal ruh adeta şahlanmıştı. Hayri Durmuş, PKK’li tutsakları yargılamak için kurulan sömürgeci mahkemeyi adeta PKK’yi yeniden inşa etme kürsüsüne çevirmişti. Yargılananlar yargılayan konumuna geçmişlerdi. Mahkeme kürsüsü, sözcüğün gerçek anlamıyla Hayri Durmuş’un eline geçmişti. Kürsü onun elindeydi ve artık korkusuzca konuşuyordu. Gemileri yakmıştı, köprüleri yerle bir etmişti. Cellatlar heyeti eylemden caydırmak için Hayri Durmuş’a adeta yalvarıyorlardı. “Ne olur Hayri. Eyleme girme, ertele sorunlarınızla ilgileniriz” demeye başlamış ve süt dökmüş kedi konumuna gelmişlerdi. Hayri, kararlı ve netti. Ya isteklerini yerine getireceklerdi ya da öleceklerdi. Başka çaresi, başka yolu ve yöntemi yoktu. Ancak ölüm cuntayı durdurabilir, ancak işin ucunda şehadet olan bir eylem tutsaklara dayatılan teslimiyet ve ihanete “dur” diyebilirdi. Dişe diş, kana kan bir mücadele ancak mutlak anlamda zaferi getirebilecekti.

14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eylemi başlamıştı. Artık her şey yeniden ele alınacak, yeniden biçimlenecek, yeniden şekillenecekti. Tarih yeniden yazılacaktı. Söz alan ve verenlerin yeri yeniden belirlenecekti. Yargılayan ve yargılananların yerleri yeniden belirgin bir biçimde belirlenecekti. Çünkü artık yeni bir sayfa, yeni bir yola açılmış, yeni bir hesaplaşma süreci başlamıştı. Hesaplaşma ancak bir kılıç darbesi gibi keskin bir kararlılıkla gerçekleşebilirdi. Ancak ucunda ölümlerin olduğu büyük bir eylem konsepti ile mümkün olabilirdi. Zifiri karanlık zindanda aydınlık ancak büyük bir fedai eylemler zinciri ile sağlanabilirdi. İşte bu keskin kılıç darbesi, büyük fedai eylem, bu büyük hesap sorma duruşu 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eylemiydi. Bu eyleme öncülük eden ise Hayri Durmuş, Kemal Pir ve diğer seçkin önder devrimcilerdi. Kılıcın sahibi, fedailer ordusu, hesap sorma iradesi Kemal Pir’di, Hayri Durmuş’tu, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’ti.


“Ben Kemal Pir’im” diye haykırmıştı Kemal. “Kürt halkına söz verdim ki onu temsil edeceğim, onun adına tüm halklar için mücadele edeceğim, onun adına Karadeniz’de, Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan halklar için kavga edeceğim' diye söz verdim Abdullah arkadaşa. Sözüm her yer için, her mekân ve her zemin için geçerlidir, şimdi için de öyledir” dedi sert bir sesle. Hayri Durmuş, “Kürdistan Vietnamlaşıyor, bu insan çığlıklarını unutmayın” demişti.  Ali Çiçek, de “Göreviniz bana işkence yaparak beni çözmektir benimki de size tek bir bilgi vermemektir, yani ser verip sır vermemektir” demişti işkencecilere. Akif Yılmaz, “Bu rezil yaşamı asla yaşamamalıyız, bir an önce Partinin direniş bayrağını Diyarbakır zindan burçlarında yükseltmeliyiz” demişti hücre arkadaşına…

Ve şimdi her dördü de bir zamanlar söyledikleri sözlerin gereklerini yerini getirmek için ölüm orucunda ölümle dans ediyorlardı. Onlar için ölüm yeni bir yaşamın mayasıydı. Kendileri fiziki olarak yok olacaklardı ama bir halkın, Kürt halkının özgür yaşamı olarak yeniden hayat bulacaklardı. Bunu biliyorlardı. Bu nedenle Kemal Pir, “Eğer anlamı olmayan bir yaşamı yaşarsak işte o zaman gerçek anlamda ölmüş olacağız” demişti. Hayri Durmuş, “Biz öleceğiz, ama bizden sonra gelenler bizim doğru bir yaşam için, ilkeli ve gerçekleri ifade eden bir hayatı yaşamak için hayatımızı feda ettiğimizi anladıklarında onlar da bizim istediğimiz yaşamı benimseyeceklerdir. Bizim yaşamımız kolektif, ortak ve işin içinde hakikat olan bir yaşamdır” demişti. Ali Çiçek, cellatların yüzlerine bakarak, “PKK bize teslimiyeti değil direnişi öğretti” demişti mahkemede. Akif Yılmaz, Bizi biz yapan PKK'nın direniş, yaşam ve insanlık felsefesidir. Onda teslimiyet ve ihanet yoktur. Dolayısıyla biz de burada, bu zindanda teslimiyete ve ihanete karşı direnmekten ve gerekirse ölmekten asla tereddüt etmemeliyiz" demişti bir gecenin son deminde...

İşte verdikleri sözün gereklerini şimdi son nefeslerini verirken yerine getirmenin gururunu yaşıyorlardı. Kemal Pir, eylemin sonlarına doğru gözlerini kaybettikten ve artık bir daha geriye dönüşün olmayacağını anladıktan sonra "Beni Batman'da gömün, orası Kürt gençliğinin gözbebeği bir şehirdir" der ve hastaneye kaldırdıktan birkaç gün sonra 7 Eylül'de yıldızlar topluluğuna katılır. Hayri Durmuş ise muhteşem bir direnişin yaratıcısı ve örgütleyicisi olarak 14 Temmuz Büyük ölüm orucu eylemine damgasını vuran bir önder olarak 13 Eylül’de  büyük enternasyonalist Kemal Pir'in yıldızlar katındaki sofrasına dahil olur. Akif Yılmaz 15, Ali Çiçek ise 17 Eylül'de onlarla buluşur.

14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi Özgürlük Hareketi'nin ruhu oldu. Bu ruh bir destandır, taviz vermeyen bir direniş tarzıdır. Zindanın karanlık dehlizlerinde düşmana boyun eğmeyen, aman dilemeyen, tepeden tırnağa kendi küllerinden bir halkı, bir ulusu, bir yaşamı yeniden yaratmadır. 14 Temmuz duruşu, Önder Abdullah Öcalan’a bağlılığın en sade duruşudur. 14 Temmuz "Biz varız, vardık, varolmaya devam edeceğiz, Kürt halkı ve Kürt ulusu mutlak anlamda özgürlüğüne kavuşacaktır" şiarının yüksek sesle haykırılışıdır. 14 Temmuz eylemi; Hayri Durmuş'un büyük bir cesaret ve büyük bir önder olarak kendi bedenini, ruhunu ve varlığını feda etme gerçekliğidir. "PKK aynı zamanda Ortadoğu halklarının kurtuluşunu gerçekleştirecek ve Ortadoğu'da halkların ortak konfederasyonunu yaratacak bir partidir, işte ben bunun için bu partiye katıldım" diyen enternasyonalist Kemal Pir'in doğruyu ve hakikati yakalama manifestosudur. 
Evet, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Özgürlük Hareketi'nin Hayri, Kemal, Ali ve Akif yoldaşların şahsında Türk devletine karşı zindanlarda bir başkaldırısı, irade keskinliği ve yiğitçe direnme gerçekliği olarak ortaya çıkmış, ardından 14 Temmuz ruhu, Özgürlük Hareketi'nin bir direniş ve Özgürlük manifestosu olarak yaşam bulmuştur. 

 
Yukarı