Fuat KAV  11 Temmuz 2015 Cumartesi

14 Temmuz’du. Salı günüydü ve hava sıcaktı. Sanki gökyüzünden ateş yağıyordu. Mahkeme nizam-ı intizamından başlayarak her türlü düzenin eriyip havaya uçacağı bugünün birazdan tarihi bir milada dönüşeceğini, birkaç kişi dışında kimse bilmiyordu. Onca tutuklu ve onları mahkum etmekle görevli yargıçlar huzurunda konuşmaya başladı: 
"Ben burada, mahkeme salonunda oturan tüm tutsaklardan birinci derecede sorumluyum. Bu nedenle sorumluluğum ve tutumum doğal olarak herkesten daha ağır ve dolayısıyla daha farklı olmak zorunda. Öncelikle şunu belirtmeliyim; yargılanmamız politik amaçlıdır. Bize yöneltilen bütün uygulamalar gibi, hepsi birer devlet politikasıdır. Sizin bunu değiştirmeye gücünüz yetmez. Bize karşı geliştirilen askerleştirme politikası, tamamen kişiliksizleştirme ve ihanet ettirmeyi hedeflemektedir. Biz burada düşüncelerimizi savunabilelim diye bugüne kadar bekledik. Ama artık bu da elimizden alınıyor. İhanet tek seçenek olarak önümüze konuluyor.
"Mazlum Doğan bunu protesto etmek için yaşamına son verdi. Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin, Eşref Anyık bize doğru bir yaşam hakkı tanınmadığı için kendilerini yaktılar. ‘Ya ihanet edip devletin hizmetine gireceksiniz, ya da baskı ve zulme dayalı bir yaşamı kabul edeceksiniz’ denilerek başka hiçbir seçenek bırakılmadı. Ve bu durum hala çok katı bir biçimde devam ediyor. Madem ki ihanet etmemenin karşılığında yaşam bize karşı bir silah olarak kullanılmak isteniyor, o zaman biz de bu yaşamı şiddetle reddediyoruz. Eğer yaşam bir değirmen taşı olup boynumuza asılıyorsa, bu yaşamı kabul etmeyeceğimizi burada bir kez daha belirtmek istiyorum. Bugünden itibaren kayıtsız şartsız ölüm orucuna başlıyorum. Bu mahkemeye son gelişim olacaktır.
"Ben PKK’liyim. Siz de beni PKK’li olduğum için yargılıyorsunuz. PKK yeni bir hareket olarak doğdu, gelişti ve egemenlerin, dünya emperyalizminin korkulu rüyası oldu. 12 Eylül darbesi PKK’yi tasfiye etmek için yapıldı. Bize karşı bu kadar acımasız bir politikanın sürdürülmesinin nedeni de budur. Bu mahkeme salonunda bizim şahsımızda halk yargılanıyor. Bu halk yok edilmek isteniyor. Bu yalnız benim sorunum da değildir. Özgürlüğe susamış bir halkın, ezilen ve horlanan bir ulusun sorunudur.. Bizi bitirmek istiyorsunuz. Bunu önce Diyarbakır Cezaevi’nde, daha sonra da dışarıda gerçekleştirmeyi düşünüyorsunuz. Ama şahsımızda partimizin ve halkımızın tasfiye edilmesine izin vermeyeceğiz. Aç ve susuz kalır, işkencelere katlanırız, gerekirse kendimizi feda ederiz, yine de izin vermeyiz..."

Kürt'e dayatılan ihanete protesto 
Hayri’nin sözü bitmemişti. Söyleyeceği daha çok şey vardı. Ama yargıçlar sözünü kesmişlerdi: 
"Bir dakika Hayri. Yasaların sınırlarını aşıyorsun. Savunmayla ilgili sorunları dile getir. Bazı şeyler var, bizi de aşıyor."
Sözlerinin kesilmesine tepkiliydi, ama saygı sı  nırlarını aşmayıp devam etti Hayri: 
"Beni dinlemenizi istiyorum. Son sözlerimi söyleyeceğim. Bir daha konuşmayacağım. İnançları, politik kimlikleri, ütopyaları n’olursa olsun ölüme gidenlerin son sözleri sonuna kadar dinlenir. Beni de dinlemenizi istiyorum..."
Yargıçlar öfkelenmişlerdi. Ama ortamı da daha fazla gerginleştirmek istemiyorlardı. “Havuç” taktiğini uygulamak zorundaydılar. Heyetten bir yargıç, araya girip Hayri'nin sözünü keserek, “Ama Hayri böyle yapmayın. Biz de emir kuluyuz. Yasalar…” diyordu ki, Hayri devam etmişti: 
"Bugüne kadar konuşturmadınız, ölüme giderken de konuşturmuyorsunuz. Ama ben konuşacağım. Ölüm orucunun amacı, cezaevinde ve mahkemelerde uygulanan işkenceleri, politik kimliğimize ve Kürtlüğe dayatılan ihaneti protesto etmektir. Eğer ben bu ölüm biçimiyle arkadaşlarıma, halkıma ve insanlığa faydalı olabilirsem, bundan son derece mutluluk duyarım. Bütün çabamla kendimi bu davaya adamama rağmen, hala da halkıma karşı görevimi tam olarak yerine getiremediğimi biliyorum. Bu yüzden de halkıma karşı hep borçlu olduğumu herkesin huzurunda belirtmek istiyorum..."

Bir insanlık borcu…
Yargıçlar durumdan sıyrılmaya çalışırken, otoriteyi kaybetme telaşıyla Hayri’yi susturmak da istiyorlardı. Heyetin başı kendini tutamıyordu. O güne kadar astığı astık, kestiği kestik bir kral gibiydi ama şimdi otoritesine büyük darbe vurulmuştu. Daha birkaç dakika öncesine kadar esas duruşta bekleyen, "otur" dediğinde oturan, "kalk" dediğinde kalkan tutsaklar, şimdi hesap soruyorlardı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı mahkeme başkanın. Sağa sola, tutuklulara, askerlere bakarken iradesi dışında söyleniverdi. “Aman tanrım, bu ne felaket.” 
Kurulu sistem yıkılmıştı. Ne emekle inşa ettikleri onca nizam intizam, bir anda tuzla buz olmuştu. “Askeri okul”un mayası tutmamıştı. “Sonlarını getirdik. Bölücülüğün belini kırdık. Kürtlerin başını ezdik” sözlerinin de birer hikayeden öte bir anlam ifade etmediği açığa çıkmıştı.
"Yeter Hayri, bitirmen gerek. Amacını, talebini anlattın. Ölüm orucuna başlamanın nedenlerini de izah ettin."
Hayri yine devam etti:
"Son olarak şunu söylemek istiyorum: Kürtlerin Özgürlük mücadelesine, onun özgür yaşam talebine inanan her dürüst insanın, bu mücadelenin başarıya ulaşması için, sonunda ölüm de olsa her türlü yol ve yönteme başvurması bir insanlık borcudur. Söyleyeceklerim, bunlardan ibarettir..."
Ok yaydan çıktı!
Salon bir düello meydanına dönmüştü adeta. Herkesin kaderini değiştirecek yeni bir döneme girilmişti. Tohum toprağa düşmüştü. Gerisi kolaydı. Filize durması, ardından başak tutması uzun sürmeyecekti. Güneş ufuktan doğmuş, ok yaydan çıkmıştı. Ve köprüler yıkılmış, gemiler yakılmıştı. Artık geriye dönüş yoktu. Bunları tartmış olan tutsaklar kafalarındaki çelişkileri de yavaş yavaş çözüp atması gereken adımları atmaya başlamışlardı. Havaya kalkan her el, çelişkinin de, çözülüşün de işaretiydi.  
"Yapma Hayri. Gel vazgeç. Sorunlarınızla ilgileniriz. Baskı dediğiniz şeylerin kaldırılması, savunmalarınızı rahat yapmanız için ilgili makamlara yazarız. Vazgeç, yanlış yapıyorsun."
Hayri’nin yanıtı çok açık ve netti: 
"Hayır! Artık ok yaydan çıktı. Nasıl ki atılan oku geri getirmek mümkün değilse, benim de geriye dönüş yapmam mümkün değildir. Bunu siz istediniz."
Yargıçlardan birisi araya girdi: 
"Hayır deme Hayri. İşi inada bindirmenin anlamı yok. Sizi anlamaya çalışacağız."
Ama iş işten geçmişti. Hayri, namludan çıkan kurşun gibiydi. Doğasına aykırı bir ses tonuyla yanıtı vermişti yargıca: 
"Siz de atalarınız gibi hiçbir zaman anlamadınız. Bizi dikkate bile almadınız. Bizi hep başkalarına karşı savaştıracak asker diye gördünüz. Bize hep koşturan, kazandıran, ganimet bıraktıran aşiretler olarak baktınız. Güvenmediniz, sırtınızı vermediniz, hep ikiyüzlü davrandınız. Şimdi de aynı oyunları oynuyor, aynı bakış açısıyla değerlendiriyorsunuz. 'Sorunlarınızı çözmek için çaba sarf ederiz' diyorsunuz. Bu sözlere de yabancı değiliz. Evet, hatırlıyorum bu sözlerinizi. Şeyh Sait döneminde, Koçgiri’de, Sason’da, Ağrı ve en son Dersim’de söylemiştiniz. Yalandı. Gerçekten de yalan. Ben bizzat kendim, tüm arkadaşlarım adına burada, bu kürsüde sorunlarımızı onlarca kez dile getirdim. Sistemli bir biçimde işkencelere maruz kaldığımızı, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen uygulamalara tabi tutulduğumuzu hep anlattım. Öldürülen, kendilerini yakan, ipi boğazlarına geçirip kendilerini asan onca arkadaşımızın ismini söyledim. Ama siz, ‘Bizi ilgilendirmez’ dediniz. Her defasında, ‘Bizim işimiz sizi yargılamaktır, onlar idari iştir’ diyerek, en ufak bir yaklaşım göstermediniz. Daha da ötesi, işte burada, bu salonda, sizin gözlerinizin önünde işkencelerden geçirildik. Tek bir kez dahi itiraz bile etmediniz. Siyasi savunma yapmamızı engelleyen sizlersiniz. Söz hakkı vermeyen heyetinizdir. Bir itirafçıyı saatlerce konuştururken, bize bir iki kelime ettirmek bile istemediniz. Bütün bu uygulamalardan siz de sorumlusunuz. Bu nedenle ölüm orucu kararım kesin ve nettir. Bunun dışında başka yol ve yöntem yoktur… Ben bildiğim yolda yüreyeceğim, siz de bildiğiniz yolda…"
Dört iken binler oldular 
Kemal Pir, Ali Çiçek, Akif Yılmaz ve diğerleri “Biz de varız” diyerek katılmışlardı Hayri’nin onur kavgasına… Ve bu onur kavgasının ilk şehidi kemal Pir, sonra Hayri Durmuş, ardından Akif Yılmaz ve daha sonra da Ali  Çiçek olmuştu.
Şimdi binlerce Hayri, Kemal, Ali ve Akifler bu onur mücadelesinin en ön saflarında kavga ediyorlar. Dört iken binler oldular, bir mevzide iken kavgaları, şimdi Ortadoğu’nun dört bir yanında veriliyor bu kavga. Onların öncülüğünde Amed’de verilen bu onur kavgası, şimdi Kürdistan’ın her tarafında verilmekte. Diyarbakır Beş Nolu Cezaevi'nde yaratılan onursal ruh, şimdi Rojava’da, Kobanê’de, Şengal’da, Girê Sipî’de katlanarak çoğalmaya devam ediyor. Onlar Arîn Mîrkan, Diyar Bagok, Nejat Ağırnaslı, Kader Ortakaya oldular. Kemal Pir'in enternasyonalist ruhu tüm dünyaya yayılarak Kobanê'de ABD’li Keith Thomas Broomfield, Avustralyalı Ashley Kent Johnston, İngiliz Konstandinos Erik Scurfield, Afrikalı İvana Hoffmann olup, kardeşlik ordusuna dönüştü...


 
Yukarı