Şengal katliamından bir hafta sonra bir Ezidi din insanı ile kısa bir sohbetimiz olmuştu. Güney Kürdistanlı olan bu din insanı, katliamdam bir hafta geçmiş olmasın rağmen hala hüngür hüngür ağlıyordu. Bir ara iki elini havaya kaldırdı, gözlerini yumdu ve tanrıya, yapılan katliamın karşılıksız kalmaması gerektiğini yalvararak haykırdı. Kürtçe olduğu için duasını anlamıştım.  Temiz ve saf bir yalvarış haliyle Allahın Ezidilere, yetmiş üç fermana maruz kalan Kürtlere yardım etmesini istemişti .

Dua ettiği süre boyunca hep sessiz bir biçimde onu izlemiştim. Saftı, temizdi, doğrudan yanaydı, gerçekten de inanarak dua ediyordu ve ne kadar yalvarsa, ne kadar ağlasa, ne kadar duygusal bir ruh haliyle ellerini havaya doğru kaldırsa yapılan fermanların intikamını alınacağı ve bir daha fermanların yaşamayacağına dair inancı kesindi.

Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bana dönüp şunları haykırdı, tüm saf ve temiz ruhuyla:”kekek Fuat günde onlarca kez fermanları anlatıyorum. Tarih boyunca Ezidilere yapılan fermanları Ezidilere anlatarak onları bir anlamda hem uyarıyor, hem de bize yapılanların unutmamalarını istiyorum. Anlatıkça ağlıyor, ağladıkça anlatıyorum. Ancak anlattıklarım hem soyuttu. Soyut olduğu için ben de yapılan vahşetin vahametinin bilincinde olmadan anlatıyordum. Anlatıyordum, ama sadece anlatıyordum...”

Derin bir nefes aldıktan sonra elindeki beyaz mendille göz yaşlarını sildi. Sonra bir daha hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Elindeki beyaz mendil gözyaşıyla tamamen ıslanmıştı. Bir elimi eline götürdüm, avuçlarıma aldım sol elini, diğer elimi de sırtına vurdum hafifçe. Kan ağlıyordu adeta yanımda oturan insan. Teselli etmeye çalıştım. Öfkesinin bilince dönüştürmesi ve bu bilinçle fermanlara bakması gerektiğini söyledim yavaş bir ses tonuyla. Başını yavaşça çevirdi bana doğru ve ağlamaklı bir ses tonuyla dudaklarından şu sözler döküldü:

“Demek ki yıllarca anlattığım ferman buymuş. Demek ki bahs ettiğim felaket ve halkıma karşı yapılan vahşet Şengal’de uygulanan vahşetmiş. Budur işte ferman. Kadınlarımızın düşmanlar tarafından kaçırılması, tecavüz edilmei ve arap pazarlarında arap petrol şexlerine satılmasıdır. Erkeklerimizin bedenlerinin kılıç darbeleriyle ikiye biçilmesidir, çocuklarımızın açlık ve susuzluktan çatlamasıdır. Evet, yetmiş üç ferman buymuş...”

Ezidi din adamının anlattığı sadece Ezidilere uygulanan 73 fermanın hikayesi değildi hiç kuşkusuz. Kürdistan tarihi boyunca yapılan katliamların,  gerçekleştirilen soykırım ve vahşetin de hikayesiydi. Kürdistan’da yapılan katliamların hikayesini biliriz, Koçgiri, Şey Sait, Dersim, Ağrı-zilan gibi büyük katliamların hikayeslerini de saatlerce anlatabiliriz.

Gerçekten Laç deresini, mağaralarda boğulan binlerce kadın ve çocuğun, Munzur’un kanlı akmasının, İskor tepesinde Dersimli Kürt kadınlarının saçlarını birbirlerine bağlayarak kendilerini uçurumdan atmalarının, Zilan deresinde binlerce Kürdün diri diri gömülmesinin hikayesini de biliriz. Ama sadece biliriz, sözle ifade eder, yazıyla izah eder, soyutlama bazında uzun uzun anlatırız. Çoğu zaman bizden çok, ama çok uzaktan yaşanmı bir hikayeymiş gibi hissettiğimiz de olmuştur elbette.
‘İşte uzak, çok uzak’ diye hisettiğimiz o katliamlar, o soykırımlar bugün onların pratiğini yaşıyoruz. Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin, Varto, İdil ve Kürdistan’ın diğer yerlerinde yaşanan vahşet, uygulanan katliam ve soykırım soyutlama düzeyinde anlattığımız Koçgiri’dir, Derism’dir, Şeyh Sait’tir, Ağrı ve Zilan’dır, Halepçe ve Enfal'dır. Tecevüzcü Türk askelerinin eline geçmemesi için Kendilerini uçurumlardan atan Fateler, bugün Türk devletine karşı baş eğmeyerek büyük direnen Derya, Sêvê, Fatma, Rozerin ve Pakizelerdir.

Bugün yakılan Sur ve Cizre, dün Dersim ve Lice’ydi, bugün yıkılan Silopi ve Şırnak, dün Ağrı ve Palu’ydu. Dün soyutlama düzeyinde anlattığımız askerlerin süngüleriyle vahşice katledilen anne karnındaki bebekler, bugün Cizre’de bir ay boyunca dondurucuda bekletilen Cemilelerdir. Dün yakılıp yıkılan Dersim'di, bugün Cizre, sur ve Silopi'dir. Dün mağaralarda "fare" gibi zehirlenen Kürtler, bugün "vahşet bodrum"larında diri diri yakılan kadın ve çocuklardır.

Kısacası Kürdistan'da yapılan katliamları, soykırımı, vahşeti, talan ve tecavüzü artık soyutlama düzeyinde değil, bizzat yaşıyoruz. Her saat, her dakika ekranlarda, canlı telefon bağlantıları ile an an görüyor, yaşıyoruz. yapılan vahşeti, soykırımı, çocukların hunharca kaledilişlerini, sokakta haftalarca bekleyen kadınların cansız bedenlerini canlı yayınlarda görüyoruz. Yani Kürdistan'da yapılan katliam ve soykırım artık soyut değil, artık geçmişte yapılan hikayelerin anlatımı ile ifade edilen bir durum da değil, şimdi, şu an, bu satırları yazarken Sur'da, Cizre'de, Silopi'de, İdil'de, Nusaybin'de uçaklar ölümü, vahşeti, soykırımı yağdırıyor.

O zaman ya hepimiz ölmeli, katliamın bir parçası olmalıyız, ya da bu vahşeti durdurmalıyız. "Ne yapalım" diye bir şey yok. Zavallı, çaresiz değiliz. Halkımız, çocuklarımız, kadınlarımız, gençlerimiz gözlerimizin önünde bize seslenerek, "ölüyoruz, bizi kurtarın, daha ne bekliyorsunuz" diyerek bizi çağırıyor. Onlar, sadece onları kurtarmak için değil, katliamaın durdurulması, yeni bir soykırımın yaşanmaması, kadınlarımıza tecavüzün yapılmaması, çocuklarımızın katledilmemesi için bizi direnişe, mücadeleye, özgürlük için kagaya davet ediyorlar. Onlar, o "vahşet bodrum"larında cayır cayır yakılan cesur yürekli direnişçiler yeni Dersimlerin, yeni Zilanların, yeni Koçgirilerin, yeni Halepçelerin yaşanmaması için bizi çağırıyorlar.

Sêvêlerin, Fatmaların, Pakizelerin, Deryaların, Mehmet Tunçların, Mazlumların ruhları bizi çağırıyor, direnişe, mücadeleye, özgürlük için kavgaya çağırıyor. Mutlaka, ama mutlaka cevap verelim bu cesur yürekli direnişçilerin çağrılarına. Eğer onurluysak, namusluysak, özgür yaşamak istiyorsak, halkımızın katliamdan ve soykırımın pençesinden kurtarmak için bir nebze bizim de emeğimizin olmasını istiyorsak, hep birlikte bu cesur yürekli direnişçilerin çağrısına "ben de varım" diyelim...
 
Yukarı