İnsanın kendini kaybettiği bir çağın tam da orta yerinde yaşıyoruz artık...
Bencilliğin ve egoizmin dibe vurduğu bu çağda insanın da bittiği bir yerdeyiz. Burada insandan değil,
insan taslağından bahsetmek daha doğrudur.
İnsan taslağının boy verdiği bu çağda onur da, şeref de, dostluk da, ortak ve birlikte
yaşanılabilir doğru bir yaşam da yoktur. Adorno'nun "yanlış hayat doğru
yaşanmaz" deyimi tam da bu çağı ifade ediyor.
Verili insan için yaşam yeme-içme ve güdülerini tatmin etmedir. Yeme-içme ve güdüleri tatmin etme insan için olmazsa olmaz bir gerçekliği ifade ediyor. Bu üç temel var oluşun ana unsuru da güdüdür. Güdüde sevgi ve aşk yoktur. İnsan olmanın temel özellikleri olan ortaklaşma, doğruyu temsil etme, adalet
ve hakikatı esas alma felsefesi ve onun siyasal dünyasını teşkil eden ahlaki-politik duruş da yoktur.
"Ben" ve "benlik" bir ilke, bir düşünce tarzı haline gelmiştir. Onun hakikatı güdülerini tatmin etmekdir. 'Bu varsa her şey vardır', 'her şey tamamdır', 'her
şey yolundadır', 'bu yoksa hiç bir şey yoktur', 'her şey virandır', yaşam anlamını
yitirmiş kara bir deliktir.
Ruhunu, yüreğini, cesaretini ve belleğini yitiren bu insan, aynı
zamanda insan olmanın da anlamını kaybetmiştir. Paraya, markaya ve güdüye kilitlenmiş olan bu insan, elbette ki günde kırk sefer döner inandığı yoldan, saatte binlerce kez çiğner inancını, ruhundan arınmış bedenini pazara sürükler hergün
onlarca kez... Bu nedenle yalanı ve sahtekârlığı inanç, düşkünlüğü erdem olarak benimser daima.
Ve
bu nedenle bu çağda Ahmet Hakan'lar, Orhan Miroğlu'lar, Muhsin Kızılkaya'lar, Osman'lar çoktur. İnşa edilen yoz ve çürük toplumdan, yaratılan sahte yaşamdan ancak bu tipler çıkar. Güzelliğin, iyilik ve doğru yaşamın olmadığı, umudun tamamen
yitirildiği, güdülerin tatmininin tek doğru seçenek olarak sunulduğu bir toplumda elbette ki inançlarını, ruh ve varoluş hallerini sofrada servis yapan
insanlar türetilir.
Yanlış bir yaşamdan doğru bir yaşam, umudun yitirildiği yerden umut, karanlıktan
gerçeği bulma eylemi çıkmaz. Bataklıkta sinekten başka bir şey türetilmez. Ahlaksız bir toplumdan, yozlaştırılmış kültürel bir ortamdan, zenginliği para olarak kabul gören bir felsefeden, güdülerinin tatminini aşklaştıran bir sevgi anlayışından ancak ahlaksız ve onurunu bir tas
çorbaya pazarlayan tipler çıkar...
Böylesine düşürülmüş bir toplumdan beslenen, katil ,hırsız, üç kağıtçı üreten ve tecavüzü meşrulaştıran bir sistemden anlam bulan tiplerin gözlerinin önünde katliamlar, soykırımlar yapılması elbette ki son derece doğaldır. Bugün Türk devletinin Kürdistan'da bu kadar kolay bir biçimde vahşet uygulamasının, çok kapsamlı bir biçide soykırım yapmasının nedeni de budur. Sessiz kalan,
itaatkâr davranan, köle ruhlu, "evet efendim" diyen bir toplumda katliam yapmak, bir halkı soykırımdan geçirmek, işkence etmek, miadını doldurmuş bir sistemi
faşist uygulamalarla yönetmek herhalde dünyanın en kolay işidir. Bunun en somut örneği ise Türk devletinin, Erdoğan ve AKP'nin Kürdistan'da yaptığı katliamlar ve soykırımlardır.
Kürdistan'ın tüm şehirleri yakılıp yıkıldı, tarihi yerler yerle bir edildi, kadınlar, çocuklar, yaşlılar hunharca katledildi. Hala yüzlerce insan bodrumlarda can çekişmeye devam ediyor. Binalar kadın ve çocuklarla birlikte cayır cayır yakıldı. Cîzir, Sûr,
Silopiya virane oldu. Bu vahşete rağmen Türkiye cephesinde en ufak bir tepki var mı, birkaç aydın ve devrimcinin dışında bir tek itiraz yaşandı mı?
Elbetet ki hayır! Çünkü Türk toplumunda, devletin oluşturduğu kapitalist sistemde
şekillenen kişilik lümpen ve bataklıktan çıkmış lağım kişiliğidir. Lağım kişiliği kirli, çirkin, çalıp çırpan, hiç bir emeğe dayanmadan asalakça yaşayan kişiliktir. Türk toplumunda şekillenen kişilik bu kişiliktir. Dolayısıyla
bırakalım kardeşlik esaslarına göre yaşama, kardeşinin malını-mülkünü çalma ve bunun için de ne gerekiyorsa onu yapma bu kişiliğin temel karekteridir.
Kısacası Türk devleti, Türk egemen sınıfı, Tük burjuvazisi, Türk kapitalist sistemi lağım bir kişilik yarattığını gayet
iyi biliyor. Bu nedenle işkence yapmayı, muhaliflerini öldürmeyi, kendisine karşı çıkanları zindana atmayı, hırsızlık yapmayı, Kürt halkını katliam ve soykırımdan geçirmeyi sınırsız ve korkusuzca yapıyor. Yapıyor çünkü Türk kişilik tipinin devletçi ve dolayısıyla bizzat soykırıma katılabilecek kadar
şuursuz, lümpen, katil ruhlu, ırkçı ve faşist karekterde olduğunu biliyor.
Bir anlamda Cîzir'in, Silopya'nın, Sûr ve Hezex'in yakılıp yıkılmasında bu lağım kişiliği
de sorumludur. Ya devletinin yanında, asker ve polis olarak ya da sivil elbise
altında sessiz kalarak, ordu ve polisi kışkırtarak, yapılan katliamı alkışlayarak,
Kürtlere küfür ederek, linç etme girişimlerinde bulunarak yaşanan katliama ortak olmuştur. O halde Kürdistan'da soykırım suçunu işleyen sadece Erdoğan, Davutoğlu, savaş kabinesi
konumunda olan bakanlar, milletvekilleri, sessiz kalan sivil toplum örgütleri, asker ve polis değil, aynı zamanda sendikacılar, üniversite hocaları, bürokaraside çalışan memurlar ve teknokratlardır.
Ama Kürt halkı bunu da biliyor; nasıl ki isyan ederek ve direnerek zafere ulaşacağını
biliyorsa, Türk devletinin yarattığı ırkçı-faşist, lümpen, 'beleşçi' kültürü ile beslenen lağım kişiliğini de hakkettiği yere, lağımlara
gömecektir.