Sömürgecilik aynı zamanda içselleştirilen bir sistemdir. Uzun yıllara yayılan sömürgecilik kendini bir sistem haline getirirse, sömürgeleştirilen ülkenin halkının giderek bir içselleştirme sürecine girme ihtimali yüksek olur. Sömürgecilik tek başına işgalci bir güç değildir, aynı zamanda bir algı, düşünce, zihniyet ve ruhsal operasyon ile kendini sistemsel olarak kabul ettiren bir yapıya da sahiptir. 

Sömürgeciliğin en derin ve en tehlikeli hali bu haldir. Sadece işgalsal kaba bir güç konumunda olursa hep yabancı olarak kabul edilir ve ona karşı mücadele etme de o kadar zor olmaz. Karşınızda duran kaba düşman hali olduğu için, ona karşı mücadele etmek, örgütlenmek ve savaşmak da bu anlamda fazla zor olmayacaktır. Ama içselleştirilirse ve kendini bir sisteme dönüştürürse işte o zaman fazla yabani olarak görülmez, yapmış olduğu algı ve düşünsel operasyonlarla yerel halkı hem korkutarak bastırmış olur, hem de zamanla kendini bir güç olarak kabul eder noktaya getirir.
  
Kürdistan'da oluşturulan Türk sömürgeciliği bir anlamda sömürgeciliğin bu halini, yani onun içselleştririlmiş biçimini ifade ediyor. Türk sömürgeciliği, gerçekten de kendini içselleştirmiş, kendini yerel halkın sahibi, onun iradesi ve efendisi olarak kabul ettirme çabasında olmuştur. Oluşturduğu sistem sanki Kürt halkının sistemiymiş gibi bir halle varlığını sürdürmüştür. Açtığı okullarla, oluşturduğu askeri kışlalarla, gerçekleştirdiği vergi sistemiyle, inşa ettiği banka, sigorta, yol, su şebekesiyle tam bir içselleştirme algısını ve ruhsal şekillenme birliğini oluşturmuştur.

Dünyanın başka bir coğrafyasında böylesi bir sömürgecilik yoktur. Sömürgeciliğin felsefesinde “girilen ülkelerdeki yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarına el koy, insanından yararlan, ucuz emek gücünü gasp et, gerisine dokunma” felsefesi hakimdir. Ancak Türk sömürgeciliği bunu çok çok aşan bir felsefe ile Kürdistan’ı sömürgeleştirmiştir.

Türk sömürgeciliğinin bu katı ve inkâr edici hali, bu gün Kürdistan’a yapılan yakma ve yıkma seferi bir yere kadar normal görme durumu söz konusudur. Devletin var olma hakaniyetinden kaynaklanan bir hak olduğu anlayışı hala birçok kesimde varlığını sürdürmektedir. “Devlettir hakkı vardır, devletin olduğu yerde onun dışında bazı kuralları uygulamak kabul edilir bir durum değildir. Devlet gözaltına alabilir, devlet istediği yere girebilir, devlet mahallelerde, evlerde ve yaşamın diğer alanlarında kişi veya kişileri gözaltına alabilir, insanları tutuklayıp cezaevine de koyabilir” yaklaşımı bir biçimde hakimdir.

Bu zihniyet, sömürgeciliğin içselleştirilmesidir. Örneğin; bu gün Kürdistan’da kazılan hendek ve kurulan barikatlara dönük yapılan eleştriler bu zihniyetin ürünü olarak ortaya çıkıyor. “Siz hendek kazarsanız, barikat oluşturursanız, polisler geldiğinde göz altına alınmamak için direnirseniz, elbette ki devlet de zorla yapar” zihniyeti, elbette ki içselleştirime zihniyetinden kaynaklanan bir durumdur.

Oysa IŞİD’e karşı yürütülen mücadelede böyle yaklaşılmadı. Kobanê’de kurulan barikatlara da, kazılan hendeklere de kimse bir şey demedi. IŞİD'in Kobanê’ye girmemesi için herkes YPG/YPJ’yi alkışladı. Zira IŞİD’in, Kobanê’yi düşürme hamlesi işgal hamlesi olarak ele alındı ve bu temelde değerlendirildi. Bu, doğruydu. Ancak Türk devletinin Kürdistan’da olması işgalci bir güç olarak görünmüyor; hatta meşru, Kürt toplumunun bir parçası, onun iradesi olarak görülüyor. Esas handikap da burada.

İşgalci işgalcidir. Rengi, dini, üslubu, davranış ve uygulamaları göreceli olarak farklı olsa da sonuçta işgalcidir. Sadece bu işgalci bazı yerde İngiliz, bazı yerde ABD, bazı yerde Almanya, bazı yerde IŞİD, bazı yerde de Türk olur. Bunların isimlerinin farklı olması, onların işgalciliğinden bir şey kaybettirmez. Rojava’da Arap, Kobanê’de IŞİD, Güney’de Baas, Doğu’da Molla  rejimi, Kuzey’de iseTürk sömürgeciliği... Bunların sadece isimleri farklı, uygulamaları aynıdır.

Demek ki sorun sömürgeciliğin olup olmamasında değil, esas sorun algı sorunudur. Esas sorun birisine “evet”, diğerine “hayır” denilmesi, birisinin meşru, diğerinin gayri meşru olarak görülmesidir. Kılıf ve renk değiştirmiş sömürgecilik arasında tercih yapmak, sömürgeciliğin zihinsel alanda yarattığı çarpıklıktır. Bu anlamda IŞİD ile Türk sömürgeciliğinin arasında en ufak bir ayırım yoktur. Nasıl ki Kobanê’de IŞİD karşısında her türlü aracın kullanılması ve sınırsız bir biçimde savaşılarak şahadete ulaşılması meşru idiyse, bu gün Türk sömürgeciliği de Kürdistan’da meşru değildir, o da Kürtlere düşman bir konumdadır. Kürtlerin dilini, kültürünü, tarihini ve ulusunu yasaklalayan bir güç asla meşru olamaz. IŞİD neyse, o da odur. IŞİD de inkâr ediyor, katlediyor, sürgün ediyor, şehirleri yakıp yıkıyor, Türk devleti de aynısını yapıyor. “Hendek omasaydı yıkım ve yakma da olmazdı” diyenler var. “IŞİD’e karşı savaşılmasaydı, o da gelip şehri yakmayabilir, insanları köleleştirerek yaşatabilirlerdi” diyenler de var. Hangisi doğru? Elbette ki her ikisi de yanlış. Yanlış, çünkü işgalci bir güç olarak Kürdistan’da varlığını sürdürmektedir. IŞİD ise yeni işgalci bir güç olarak Kürdistan’ı fethetme çabasına girmiş katliamcı bir güçtür.

O halde nasıl ki Kobanê’de IŞİD’e karşı büyük direnilerek büyük kazanılmışsa, Türk sömürgeciliğine karşı da büyük direnilerek büyük kazanmak mümkündür. Nasıl ki Kobanê’de Kobanê ruhuyla direnildiyse, nasıl ki yurtseverlik bilinciyle seferber olunduysa Kobanê’de, Cîzir, Sur, Silopya, Kerboran ve Kürdistan’ın diğer il ve ilçelerinde de seferberlik ruhuyla büyük kazanmak mümkündür...

 



 
Yukarı