Onu Avrupa’ya geldiğimden beri tanıyorum. İlk karşılaşmamız Almanya’daki Duisburg derneğinde oldu. 15 Ağustos atılımı ile ilgili yapılan bir toplantıya konuşmacı olarak katılmıştım. Konuşmadan ve ardından gelen sorulara verdiğim cevaplardan sonra toplantı son bulmuştu. Bu kez kulis sohbetleri ve diğer gelişmelerle ilgili ufak çaplı ara toplantılar başlamıştı. Toplantı bittikten sonra ilk gözüme çarpan o olmuştu. Birkaç soru üst üste sormuş ve sorularının yanıtından sonra da saygılı bir biçimde yerine oturmuştu. Kısa boylu, güler yüzlü, ufak gözlü, yüzünden adeta nur akan adamın toplantıdan sonra oturduğum masanın bir kenarına iliştiğini görünce kendisine yer açtım. O da hemen yanımda oturan arkadaşın boş bıraktığı yere oturdu. Daha ilk görüşte sevmiştim onu. Aslında onu tanımak için insan sarrafı olmaya gerek yoktu. Çünkü zaten her şey yüzünde, yüzündeki hatlarda, gözlerindeki ışıklarda, o muhteşem sıcak ve sevecen gülüşünde açığa çıkıyordu.
Bazı insanlar göründüğü gibi olmadıkları gibi, oldukları gibi de görünmezler. Dış görünüşleri ile iç görünüşleri farklı, paradoks ve oldukça değişik olurlar. Hele hele çağımızın insanı daha çok böyle olur. Ancak O böyle değildi. İç dünyasındaki, ruhundaki, kalbindeki tüm güzellikler yüzünde, bakışlarındaki hüzünlerde, suratında yılların oluşturduğu Kürt çizgilerinde beli oluyordu. O hüzün dolu bakışları asla yalan söylemiyordu. Samimi, sıcak, dostça ve yurtseverce bakışları beni derinden etkilemişti. Sabırla dinledi konuşmalarımı. Sohbete ara verdiğimde “bir soru sormak istiyorum heval” dedi terbiye dolu bir sesle…
“Tabii ki soru sorabilirsiniz, buyrun” dedim. “Toplantıda 15 Ağustos atılımının nedenlerini, ilk kurşunun hikayesini, ilk mücadele yıllarını anlattın, ama anlamadığım bir şey var. Parti neden bu kadar insaflı? Her defasında barıştan, kardeşlikten, askerlerin ölmemesinden bahsediyor. Onların yapması gerekeni biz yapıyoruz, parti çağrıda bulunuyor. Neden?”
Soru yerindeydi, doğruydu. Gerçekten de ilk bakışta partinin çağrı ve kararları paradoksal gibi görünüyordu. Bu nedenle kafalarda soru işareti yaratıyordu. Onun kafasında da bazı soru işaretlerinin oluşması son derece doğaldı. Soruya anlam vermiştim, çünkü dudaklarından dökülen her sözcük yurtseverlikle yoğurulmuş sözcüklerdi. Bunu derinden hissediyordum. Daha doğrusu samimiyeti ve duruşu, gözlerindeki Kürdistanî bakışlar bana bunu hissettiriyordu.
“Doğru” dedim. Ve devam ettim: “Doğru sorular, ama unutmayalım ki partimiz her parti gibi değildir. Öncelikle bir insanlık hareketidir, sadece Kürtler için oluşan bir parti değil, insanlığın, emeğin, kadının kurtuluşu için inşa edilen bir partidir. Dolayısıyla Kürtlerin de Türklerin de, Farsların da Arapların da zarar görmesini istemiyor. Saldırmak için değil halkını ve insanlığı korumak ve savunmak için kurulmuştur. İdeolojisi bunu böyle olmasını emrediyor. Onurlu bir barış, onurlu bir yaşamın garantisidir. Bu nedenle barış ve onurlu bir yaşam partinin felsefesidir. Demokratik ulusun formasyonu da bu felsefenin temel ilkelerinden birisidir…”
Duygu ve hüzün yoğunluğunun en derin haliyle baktı bana. İkna olmuş muydu, tam bilemiyorum. Ama ikna olmuş bir halle “tamam heval” dedi. Epey sohbet ettikten sonra “kalkıp eve gideceğim heval dedi” yavaş bir ses tonuyla. Mahcup olmasına rağmen ona kapıya kadar eşlik ettim. Kapıdan dışarıya çıkarken bana sarıldı, önce yanaklarımdan sonra da her iki gözlerimden öptü. Karşı tarafa, sonra da yan sokağa girene kadar O’nu izledim, ardından gelip yerime oturdum.

Onu yanımda oturan yurtsevere sordum. “Kim” diye sordum. İstisnasız olarak herkes, ama herkes aynı ağızdan “Ali dayı, bizim Ali dayı” dediler.
İşte Dersimli Ali Dayı’yı böyle tanıdım. Daha sonraki yıllarda onu her yerde görüyordum. Her eylemde, her festivalde, her etkinlikte Ali dayıyı görür, onunla uzun uzun sohbet ederdim. Deyim yerindeyse her yerde hazır ve nazırdı. Nerde bir eylem, bir festival, bir etkinlik varsa orada olurdu. Yaz, kış, soğuk, sıcak, hastalık diye bir şeyi tanımazdı. Şunu hep düşündüm, “Ali dayı benim En-El Hak’ımdır.” Onu gördüğümde Kürdistanî ruhu, moralın, coşkunun, azmin, eylemin ve yurtseverliğin en derin halinin feyzini alırdım… Ondan yurtseverliğin nasıl olması, ülkesine, halkına, diline, geleneklerine, ama daha çok da Dersim gerçekliğine nasıl bağlanması gerektiğinin çok daha kristalize edilmiş, billurlaştırılmış halini öğrendim. Ruhunun diri tutulmasını, bilincimin çelikleşmesini, duygularımın ulusallaşmasını, düşüncemin keskinleşmesini sağlayanlardan birisi olduğunu tereddütsüzce söyleyebilirim.
1961 yılında İstanbul’dan trene binip Almanya’ya bir işçi olarak gelen Ali Dayı’nın örnek alınması gereken en önemli özelliklerinden birisi de Dersim gerçekliğine olan aşkıydı. Ama Dersim onun için bir bölge, bir il değil, Kürdistan’ın kalbi, onun direniş ruhu ve yabancıya boyun eğmeyen isyancıların yurduydu. Kürdistan’ın en çok direnen, boyun eğmeyen ve en çok katliama uğrayan yurdu olduğu için onu seviyordu, onsuz olunamayacağını düşünüyordu. Avrupa’da Avrupa’yı, Avrupa’nın yaşam tarzını, onun ruhunu değil, Dersimi, Dersim’in ruhunu, onun özgürlük savaşçılarına kucak açan dağlarını, torunlarını, kızlarını, anne ve dedelerinin diri diri gömüldüğü yer olan Laç Deresi’ni, Dersimli kızların zalim Rum askerlerinin eline geçmesin diye saçlarını birbirlerine bağlayarak kendilerini uçurumlarından attıkları Çiksorut tepesini seviyordu. “Oralardan hala kan kokusu geliyor, hala kemiklerimiz orada bulunuyor, Munzur hala kan akıyor, ama işte bunun için orayı, oraları seviyorum, bunun için her yıl Dersim’e gidip oraları ziyaret ederken hüngür hüngür ağlayarak onlara olan borcumu ödemeye çalışıyorum “diyordu.
Ali dayı doluydu, duyguluydu, Dersim katliamını bizzat görmüş ve yaşamıştı. O da katledilenlerin altında kalarak tesadüfen kurtulmuştu. Onun da burnu, ağzı, kulakları katledilen soydaşlarının kanı ile dolmuştu. Bu nedenle hem duygusal, hem öfkeli ve hem de intikam dolu bir ruh haline sahipti.
Ali dayı Almanya’ya gelmeden önce İstanbul’da Dr. Şivan ile ilişkilenmiş, Kürt gerçeğini ondan öğrenmişti. Bu nedenle Almanya’ya gelirken TKP’lilere, daha sonra KOMKAR’la ilişkilenmiş, onların yanında Kürdistan’a hizmet etmek istemişti. Onun için henüz kimin ne olduğunu bilmiyordu. Ona göre herkes devrimciydi, dolayısıyla herkes hem sosyalistti hem de Kürdistan’ı savunuyordu. Ancak kısa sürede onları tanımış, Kürt yurtseverliği ve sosyalizmle çelişen düşüncelerini öğrenmişti. “Sizden bir şey çıkmaz” diyerek, kendisinin deyimiyle “UKO’cularla tanışıyor. “İşte aradığım örgüt bu, Dr Şivan gibiler” diyerek yurtseverlik çalışmalarında bulunur. İşte o günden son nefesini verene kadar PKK’li olarak yaşadı…
Kan gölünden çıkmış, suyu kanla yoğrulmuş Laç Deresini ve Munzur’u görmüş, Çıksoruk deresinden kendilerini atan Kürt kızlarının cansız bedenlerini görmüş ve Dr. Şivan’ın düşüncesi ile Kürt gerçekliğine ulaşmış, PKK ve Başkan Abdullah Öcalan’ın ideolojisi ve fikri ile hakikat yoluna girmiş bu ulu çınarı tanımanın benim için büyük bir şans olduğunu vurgulamak isterim. O gerçekten de muhteşem bir insandı, büyük bir yurtsever, ülkesine, partisine, halkına ve önderine bağlı, Dersim direnişçiliğini, Seyit Rıza ve Alişer’i, Zarife ve Zilan’ı, Beritan’ı, Dr. Baran’ı ruhunda taşıyan bir devrimci, bir sosyalist, bir yurtseverdi.

2015 yılında ayağa kalkamayacak kadar takatten düşmüş bir günde onu hastanede ziyaret etmiştim. Tekerlekli sandalyede oturmuştu. “Sakın farklı bir şey düşünme, bir an önce iyileş, Duisburg yurtseverleri seni bekliyor. Hele hele ölümden bahsetme” diyerek takılmıştım. O ufak gözlerini açıp kapatarak, yüzüne bürünen hüzün dolu bir bakışla şunları söyledi: “Ölümü görüyorum, artık kurtuluş yok heval, ama gözüm arkada kalmayacak, mezarda kemiğim sızlamayacak. Çünkü Kürdistan’ın dört bir yanında, Dersim’de, Serhat’ta, Amed’te, kısacası Kürtler Ortadoğu’nun her yerinde mücadele edip yeni bir hayatı inşa ediyorlar. Onlara, yeni yaşamı yaratan genç kadın ve erkeklere, özgürlüğümüz için canını verenlere, kanını dökenlere selamlarımı, hürmetlerimi sunuyorum. Heval şunu söyleyeceğim: Elimden geleni yaptım. Dersim’i, Kürdistan’ı unutmadım. Kadın ve erkek gerillalarımıza her zaman hizmet ettim. Başkan Apo’yu hep savundum ve kendi önderim olarak gördüm. O ancak Kürdistan’ı kurtaracak, bunu çok iyi biliyorum. Ama daha fazla çalışabilirdim, daha fazla katkı sunabilirdim.”
Saygıyla, hürmetle, minnetle anıyorum. Söz onurdur, onuru çiğnetmeyeceğiz Ali dayı…



 
Yukarı