FUAT KAV
Başkan Abdullah Öcalan.’ı değerlendirirken çok derin ve yoğunlaşmış bir düşünce haliyle değerlendirmekle ancak doğru bir sonuca ulaşılabilinir. Herhangi bir önder, herhangi bir lider veya herhangi bir ulusal Kurtuluş önderliği gibi ele alınıp değerlendirme konusu edilirse doğru bir sonuca gitmek mümkün olmayacak. Daha özgün ve daha derin bir analiz gücüyle değerlendirmek çok daha doğru ve bilimsel olacaktır. Dar ve yüzeysel yaklaşım Başkan Abdullah Öcalan’ın gerçek konumunu ve üstlenmiş olduğu tarihi misyonunu yeterince anlatmış olmamış olacağız. Bu, tarihe ve insanlığa karşı bir doğuşu doğru ifade etmemiş oluruz. Halbu ki bir doğuşu yanlış ifade etmek ve doğru bir ifade tarzıyla doğru bir zeminde dillendirmemek, elbette ki büyük bir günaha girmek demektir. Büyük günah hem tanrı, hem tarih ve hem de insanlık katında büyük suç işlemek anlamına gelir.
Tarihin hakkını vermek, gerçeğe göre konuşmak, doğruları ne pahasına olursa olsun dillendirmek, başın da gitse hakikattin izinden gitmek insan olmanın olmazsa olmazıdır. Bu olmazsa hakikatı açığa çıkartmak mümkün olmayacağı gibi, namuslu olmak da mümkün olmayacaktır. “Namus” dediğimiz doğrular ve hakikat temelinde yürümektir. Bu yürüyüşü gerçekleştirmek, bu doğrultuda konuşamak, bu ilkeye göre oturup kalkmak namuslu, buna göre konuşup oturmamak, bu ilkelere göre yaşamamak ise namussuz olmayı ifade eder. “Namus” insanın kendi özüne sadık kalması, kendini görerek nefsine ve hakikat ilkesine göre yaşamasıdır aynı zamanda.
Bu durumda eğer “namuslu” olmak hakka yürümekse, hakikatin özüne göre yaşamak ve bu anlamda tarihin hakkını vermekse, o zaman Başkan Abdullah Öcalan’ı doğru görmek ve doğru yorumlamak namuslu olmaktan geçiyor. Eğer namuslu olmak doğruyu söylemekse, gerçeklere göre konuşmaksa, tarihin hakkını vermekse o zaman burada sadece ama sadece namus olacaktır, yan Başkan Abdullah Öcalan’ı anlatırken namusu konuşturmaktan başka hiçbir şey bizi hakikatin adaletinden kurtarmayacaktır.
Gerçek devrimcilerin namuslu oldukları kesindir. Hakikatin izinden gittikleri, yalana tenezzül etmedikleri, doğrulardan başka hiçbir şeyi ciddiyet almadıkları da kesindir. Çünkü onlar sadece tarihin izinden, hak ve adaletin peşinden, hakikatin özüne göre yürüyerek düşledikleri dünyaya ulaşabileceklerini biliyorlar. İçinde bulundukları dünyanın, yani sistemin kocaman bir yalan olduğunu, her şeyiyle bir hastalık üretim merkezi olduğunu ve dolayısıyla insanın varoluş haline aykırı olduğunu da gayet iyi biliyorlar. Bu aykırı ve sürekli hastalık üreten sisteme karşı mücadele etmenin ve onun karşısında dik durmanın tek alternatifi olmanın da namuslu olmaktan geçtiğini gayet iyi biliyorlar. Namuslu olmanın en doğru halini bu olduğunu bilen devrimciler doğal olarak doğru konuşmak ve doğru ilerlemek durumundadırlar. Bunlarla şuna varmak istiyoruz: Başkan Abdullah Öcalan’ın gerçeğine ulaşmak.
Başkab Abdullah Öcalan gerçeğine ulaşılmadan, doğru ve ahlaki-politik temelinde ele alınmadan, oluşturmuş olduğu düşünce sistemini hakikat ilkelerine göre analiz edilemden onun gerçekliğine ulaşmak mümkün değildir. Belki bazı noktalarda bazı doğrulara ulaşılabilir, ama onun bir bütünsellik bağlamında ulaşmak mümkün olmayacaktır. Sorun bazı teorik hususlarla bazı özellikleri anlatmak da hal olmuyor. Eğer öyle olsaydı zaten fazla derinlere inmeye de gerek yoktu. Çünkü genel olarak anlatılan herhangi bir liderin formatı ona da uygular ve bazı sonuçlara ulaşabilirdik. Örneğin Hoşimin ve Amilcar Cabral gibi önderlere yakın bazı özellikleri sıralayarak bir ulusal format önderliğine varmamız son derece kolay olacaktı. Ama öyle değildir. Başkan Abdullah Öcalan’ı öyle anlatmak, bazı hazır kalıplarla bazı sonuçlara varmak hem doğru değildir, hem de mümkün değildir. Çünkü Başkan Abdullah Öcalan’ın formatı bilinen formatların çok ama çok dışında bir formata sahip olduğunu vurgulayarak işe başlamak herhalde en doğrusu olacaktır.
Birincisi, her şeyden önce Başkan Abdullah Öcalan klasik anlamda Marxsist bir önder değildir. Diyalektik ve tarihsel materyalizmi öyle bildiğimiz klasik anlamda kullanmadığı gibi, varolan haliyle kullanmanın da son derece tehlikeli olduğunu düşünerek, pekçok kimsenin “anlayamadığı”, anlam veremediği çok önemli noktalarda yaşama yaklaşmıştır. Ne doğaüstü bir varlığı, ne de herşeyi reddeden bir düşünce sahibi olarak diyalektiği ele almıştır. Varolan şeylerin ne yoktan varolduklarını, ne de varolan şeylerin başka güçler tarafından yaratıldığını düşünen bir filozof olarak yaşamı maddi dünyadan koparmadığı gibi, maddi dünyayı da yaşam gerçekliğinden koparmamıştır. Doğayla insanı, insanla doğayı parelel olarak ele alarak varolan halimize anlam verme çabası içerisinde olmuştur. Kaba mataryalizmi redettiği kadar idealizmi, düalizmi benimsemediği kadar da ide’yi benimsemeyen bir düşünce dünyasına sahiplik etmiştir. Ya siyah ya beyaz mantığı faşizmin düşünce dünyası olduğunu bildiğinden hep reddeden bir duruşa sahip olmuştur.
İkincisi, çelişkileri, birbirini vuran-kıran, reddeden, birisinin diğerinin varoluş halini ortadan kaldıran değil, tam tersine birbirini besleyen ve herkesin kendi özgürlük alanına sahip çıkmakla varoluş hallerine tahammül eden olgular olduğunu savunan bir felsefe dünyasını savunmuştur. Bu anlamda “antagonist” denilen çelikiyi özgürlükle, demokrasi ve doğanın doğuş hali olan varlıksal olgularla bağdaşmaz gören felsefeyi doğru bulmamış, çelişkileri mutlak savaş gerekçesi, iki olguyu birbirinden mutlak anlamda koparma nedeni olarak görmemiştir. Çelişkileri doğanın ve onun bir parçası olan toplum ile insanın hakikatı arama ve bulma arayışında bir işaret noktası olarak ele almış ve dolayısıyla her çelişkinin mutlak anlamda bir kopuşu ifade etmediğini, bunun bazı sonuçları olsa bile bu kopuşun bir başka şeyin yeşermesinde temel bir olgu olarak görmüştür.
Üçüncüsü, Başkan Abdullah Öcalan’ın Felsefesinde “yok etme” denilen bir kavram yoktur. Felsefesinde bir sınıfın başka bir sınıfı, bir toplumun başka bir toplumu, bir grubun başka bir grubu, bir ulusun başka bir ulus içerisinde eriterek ‘yok etme’ diye bir şey yoktur. Siyah ve beyazdan oluşan bir dünyayı da tanımadığı gibi, böyle bir dünyanın ancak faşizmin yaşam bulduğu bir dünya olduğunu savunan bir dünya görüşüne sahiptir. Kuantum’un madde ve ışığın, atom ve atomaltı parçacıklarının toplumsallaştırılamsı gereken doğru bir felsefe dünyası olduğunu savunan Başkan Abdullah Öcalan, PKK felsefesine insanı oturttuğunu gayet iyi biliyoruz. Doğa ve insanın her şeyin üstünde olduğunu, yapılacak ne varsa insan ve doğa için yapılması gerektiğini söyler. “Her şey doğa ve insan içindir” sözüne bağlı olarak dünya görüşünü oluşturmuş, geliştirdiği yeni paradigmayla bunun olmazsa olmaz olduğunu, insana ve doğaya hizmet etmeyen, onun hizmetinde olmayan hiçbir şeyinin anlamı olmadığını vurguladığını da biliyoruz. Demek ki doğa ve insan her şeydir onun için.
Dördüncüsü, Başkan Abdullah Öcalan için kadın özgürlüğü de her şeyden öncedir. Kadın doğanın bir parçası olarak özgürlük ve varoluş halinin en doğal haliyle varolmak durumundadır görüşüne bağlı olarak, oluşturduğu kadın özgürlük çzigisi ve bu çzigi ekseninde yarattığı kadın ordulaşması dünyada ilktir. Ona göre erkek egemen anlayışının oluşturduğu düşünce ve zihniyet dünyasında kadın köledir, cinsel objedir ve dolayısıyla iradesizdir. Düşmüş ve düşürülmüş kadının ayağa kalmasının tek yolu kendisini irade, örgüt ve ordulaştırarak ancak özgürce yaşatabilir. Kadının yeniden tanrıça haline getirilmesi ile ancak ona yeniden saygınlık kazandırılabilir. Kutsallık ve saygınlık kazandırılan kadına ancak gerçek anlamda özgür insan demek mümkündür diyen Başkan Abdullah Öcalan, Kürt kadının bu noktaya getirdiğini ve dünya kadınlarına öncülük edecek olan da Kürt kadınları olduğunu söyler.
Beşincisi, Başkan Abdullah Öcalan, devrim, devlet, demokrasi, özgürlük, iktidar gibi kavram ve bu kavramların sistem haline getirme ile ilgili anlayışları da hem eleştirmiş, hem de oluşturmuş olduğu sistemin bambaşka bir sistem olacağını savunarak, kendi paradigmasının temel ilkelerini savunmalarında dile getirmiştir. Başkan Abdullah Öcalan klasik duruşu klasik önderleri aşan bir konumda olması nedeniyle düşüncesi ve dünya görüşü hep aykırı “farklı” bir liderlik profilini çizmiştir. Örneğin Önder Abdullah Öcalan bilinen Marxsist dünya görüşünün zamanını doldurduğunu, çağa uygun bir biçimde yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini söylemiş ve eleştiri konusu yaptığı eski tezlere alternatif yeni tezler oluşturmuştur. Yeni tezlerle devleti reddetmiştir, devleti demokrasi ve özgürlük dışı olarak ele almış ve bu temelde görüşler ileri sürmüştür. Demokrasiyi, devlet dışında halk iradesi olarak belirlemiştir. Özgürlüğü devletin olmadığı yerde filizlenerek varolduğunu belirtmiştir. Proletarya diktatörlüğünü, burjuva diktatörlüğünün öteki versiyonu olarak ele almış, sınıf egemenliğini de anti-demokratik ve anti ahlaki olarak değerlendirme konusu yapmıştır.
Altıncısı, ulus-devlet yerine demokratik ulus tezi ile devlet ve diktatörlük esaslarına dayanan her türlü oluşumları reddetmiş ve demokrasi ile varolan oluşumların ancak halkçı ve meşru olabileceğini belirtmiştir. Faşizmin ideolojisinin milliyetçilik olduğunu ve bunun da ulus-devlet gerçekliğinden ayrı olmadığını, devletin biçimi ne olursa olsun son tahlilde halkları birbirine kırdıtan ve düşman hale getiren ana unsur olduğunu vurgulayan Başkan Abdullah Öcalan “bana kırk devlet de verseniz almam ve kullanmam” diyerek, devletssiz ve demokratik bir sistemin daha anlamlı ve daha sosyalistçe olduğunu belirtmiştir. Demokratik ulus tezi Başkan Abdullah Öcalan’ın, ukus-devlet tezine alternatif olarak ileri sürdüğü ve bunun halklar için çok daha anlamlı olduğunu savunmalarında uzun uzadıya dile getirmiştir…
Yedincisi, Başkan Abdullah Öcalan Kürdistan ile ilgili projesi de bu genel görüşler çerçevesinde olup, ayrı devlet kurma, farklı diktatörlükleri oluşturma değil, demokratik özerklik ve konfederalizm temelinde ele almıştır. Demokratik özerklik ve demokratik konfederalizmin on devletten daha anlamlı, daha doğru ve daha geliştirici olduğunu vurgalamıştır. Devleti olan hiç bir halkın ve ulusun özgür olmadığını, her devletin bünyesinde egemen ve köle konumunda olan sınıfların ve değişik toplumsal grupların olduğunu, ancak devleti olmayan ama özgür olan halkların ve ulusların mümkün olabileceğini belirtir. “Önemli olan devlet, bürokrasi değil, farklı renklerin kardeşçe ve özgürce bir arada yaşamalarıdır “ diyen Başkan Abdullah Öcalan, sadece Kürtlerin değil, tüm halkların ve ezilen ulusların ideolojik ve düşünsel önderi olarak yeni bir sistemin kurucusu olarak tarihteki yerini alacağı kesindir.
Kısacası, Başkan Abdullah Öcalan’In yedi madde halinde anlatmaya çalıştığımız önderlik gerçekliği diğer önderlerin politik ve gelişim çizgilerinden çok farklı bir önderlik gerçekliğine sahiptir. Elbette ki birbirine benzeyen yanları vardır, ama uçurumlar kadar farklı oldukları da kesindir. Marx ve Engels reel sosyalizmin teorisini, Lenin reel sosyalist devriminin teori ve devlet yapılanmasını, Stalin reel sosyalizmin devletler sistemine dönüşmesinin pratiğini, Mao, Hoşimin gibi önderlerin ise sömürge ve yarı sömürgeden kurtulma, ama bir başka tuzak olan demokratik halk devleti denilen oluşumun düşünce yapısını oluşturmuş önderlerdir. Başkan Abdullah Öcalan bu önderlerin düşünce ve teorik yapısını analiz ederek, çağımıza uygun yeni devrim paradikmasını oluşturmuştur.
Devlet ve devrim, demokrasi ve iktidar, ulus-devlet ve demokratik ulus gibi konularda yeni bir düşünce ve ideolojik açılım yaparak, yeni bir devrim teorisini oluşturmuştur. Başkan Abdullah Öcalan, Reel sosoyalizmin yıkılmasından sonra demokratik ulus, kadın özgürlüğü, demokratik sosyalizm gibi konularda oluşan boşluğu doldurmak için büyük bir yoğunlaşmayı yaşamıştır. İmralı adasında tutsak olmasına rağmen birkaç ciltten oluşan bir çalışmayla tarihi, toplumları, devleti, devrim ve demokrasinin temel ilkelerini derin bir bilinç ve ruhsal derinlikle sistemli bir düşünce yapısına ulaşmıştır. İşte bu nedenlerden dolayı Başkan Abdullah Öcalan özgün ve farklı bir önderlik gerçeğine sahiptir…
 
Yukarı