Erdal Er Mavi Ring`in hikayesinianlatti...

Onlar içimizden birileriydi. Düşleri, özlemleri, idealleri vardı. On yedi, on sekiz, yirmi yaşlarında kusursuz gençlerdi.

Onlara kusursuz ifadeyi kazandıran sadece gençlikleri değil, aynı zamanda idealleriydi. Büyük düşünmeyi, hayatı değiştirmeyi, önden yürümeyi bildiler. Bir sabah, bir gece ‘elveda’ demeden çıkıp gittiler.

Ermeni ustalar yapmış yıkılmaz denilen toprak damlı evleri, çocukluklarını yaşadıkları yerleri terk edip öyle gittiler. Ve ‘yazık’ diyenlerin hayıflamalarını arkada bırakarak gittiler...

Geride anneleri, babaları ve kardeşleri Eylül’ün gözyaşları içinde kaldı. Bizim için, bizler için, insanlığın yüce değerleri için zorlu bir yolculuğa çıktılar. ‘Bu imkansız!’ diyenlere inat, adını özgürlük koydular o zorlu ve ‘imkansız’ denilen yolcululuğun. Tarihi haksızlığın, adaletsizliğin yükünü sırtlayarak parkalarını giyip, öyle gittiler…

İşte onların ‘fermanı imzalandı, ölüm emri’ çıkarıldı. Kasaba ve kent girişlerine siyah beyaz fotoğrafları asıldı. Fotoğrafların altında ‘Dikkat! Aranıyor ve tehlikeli’ yazılıydı. Biz onların kaçak halini, yağmurda solmuş fotoğraflarını sevdik. Çoğunun yüzünü görmedik, ellerini sıkamadık, alınlarından öpemedik... Oysa ne çok hak etmişlerdi bunu. Tıpkı bugün olduğu gibi. Çocukluk oyunlarımızı onlar üzerine kurduk ve oynadık. Dağların yamaçlarında beyaz taşlara, duvarlara yazdıkları ‘yaşasın özgürlük’ 'yaşasın devrim’ yazılarına bakıp, düş kurduk. Sevdik, özledik ve adlarıyla büyüdük. Oyunumuzdan sonra geceyi bekledik. Ya gelir de kapmızı çalarlar diye. Emindik geleceklerinden; gecenin sesi ve izi gibi gelir, yoksul soframıza, çocukluk dünyamıza konuk olurlardı. Bunu isterdik ama korkardık; postallı adamlar pusu kurar diye. Pusuya aldırmadan onlar gibi olmak, onlar gibi yürümek, onlar gibi sevmek isterdik. Sonra büyüdük ve bir yanımız hep çocuk kaldı. Biz sevdik o gece yolcularını ve sol yanımıza sakladık.

Sonra bir gün geldi ve adı üniformalı Eylül oldu. Zira Eylül sadece onların değil, hepimizin kanlı fermanıydı ve kapımızı çalmıştı bir defa. Onlar düz ovanın ferfecirinde pusuya düşmüştü ve biz ölümün yasını bilmem kaçıncı defa tutuyorduk tekerrür eden tarihimizde. Soğuktu ölümün yüzü, ürkütücüydü ve bizi çaresiz bırakıyordu. Sözün bittiği, ağıdın söylendiği zamandı. Ağıtlar yakılan, yıkanan, ellerine kına yakılan, beyaz elbise giydirilen, tabuta koyulan, toprakla üstü örtülen bizdik, bizlerdik, onlardı... Acıya meydan okuyacak halimiz, takadimiz yoktu, derman ‘yenilmedik, yenilmeyeceğiz’ diyenlerdeydi.

Zor sözcüğü karşılar mı bilinmez, ama zor yıllardı. Zora inat yıllar, kanın, yaranın dinmediği ve toplamında ‘ah’ dediğimiz yıllardı.

Hatırlıyoruz, bugün olduğu gibi o gün de ölüm fermanı, ‘vurun emri’ Ankara’da imzalanmıştı. ‘Vurun!'. diyordu fermanın ilk paragrafı. Ölüm gelip oturdu hayatlarına haziranda ve kan aktı Eylül’ü dokuz geçe. Şair demiş ve hatırlatmıştı: ‘Haziranda ölmek zor’...

Hepimizin adına, insanlık onuru adına, tarih adına ve özgür yarınlar adına en büyük acıyı onlar yaşadı. Direnmek, boyun eğmemek, başı dik yürümek onların harcıydı.

Sahi, onlar neler yaşadı?
Zira sığındığımız lanet gerekçemiz vardı. Eylül’lü yıllardı ve Eylül’ün fırtınası kara bulut gibi tepemize, tepelerine çökmüştü. Zifiri karanlık geceye koyu maviden yağmur yağıyordu. Karanlık geceye kar yağıyordu. Bizim olsa bile onların sığınağı yoktu. Ortada bir gerçek vardı: Kanlı Eylül. Kanlı Eylülde kan aktı yüzlerine ve olar yüzlerini kanla yıkadı ve ötekiler ise kanlarını içti durmadan...

Yaşananların, yaşadıklarının sadece birini seçen, tanık olan ve zulme direnen Fuat Kav yazdı. 21 yaşında Cezaevine giren ve 41 yaşında cezaevinden çıkan Fuat Kav 20 yıl altı ay ve altı gün cezaevinde kaldı. Kaldı kalmasına da ne yaşadı ve neye tanık oldu?

Fuat Kav, başta Amed zindanı olmak üzere sayısını hatırlamadığı cezaevlerinde kaldı. Cezaevlerinde yaşatılan bütün insanlık dışı uygulamalardan nasibini dava arkadaşları gibi o da fazlasıyla yaşadı. Bugün geriye dönüp baktığında, hafızasını yokladığında, yanıtını bulamadığı sorulardan biri de; 20 yıl, 6 ay ve 6 gün yattığı cezaevinde kaç yıl açlık grevinde kaldığıydı. Kaç defa ölümün kıyısından döndüğünü, kefeni yırtığını da hatırlamıyor. Hatırladığı, unutmadığı ve unutamayacağı yitirdiği dava yoldaşları...

Unutmadığı, Mazlum Doğan, Dörtler, 14 Temmuz büyük ölüm orucu direnişi ve Eskişehir Cezaevi'nden Aydın Cezaevi'ne sürgün edilişlerini...

Unuttuklarının ve unutamadıklarının tanığı, yaşayanı Fuat Kav bunlardan birini yazdı. Mavi Ring adını verdiği kitabında, 1989 yılında Eskişehir Cezaevi'nden Aydın Cezaevi'ne sürgün edilen tutsakların 15 saat süren ve ölümle sonuçlanan yolculuğunu, kanlı yolculuktan 20 yıl sonra yazdı. Kav’ın yazdıklarından şunları öğreniyoruz:

Fuat Kav, 1989 yılında bir grup arkadaşıyla Eskişehir Cezevindeki uygulamaları, Adalet Bakanlığı'nın 1 Haziran genelgesi olarak bilinen genelgeyi protesto etmek için arkadaşlarıyla birlikte bedenlerini açlık grevine yatırdı.

Öykü de o gün orada başladı.

Mavi Ring öyküsü, Mavi Ölüm öyküsü.

Açlık grevinin 35. gününde Eskişehir’den Aydın’a, Fuat Kav’ın deyimiyle ‘ölüme’ gönderildiler. Pek çok tutsağın yanı sıra 26 PKK’li tutsak Mavi Ring adı verilen özel yapılmış ve hücerleri olan araca özel olarak bindirildiler. Onlar PKK’liydi, Ankara’nın özel husumeti vardı ve hesaplaşma günüydü. Elleri bir birlerine kelepçelenen açlık grevindeki tutsakların yaşadıklarını anlatıyor Fuat Kav, Mavi Ring adlı kitabında. Yazın sıcağında 15 beş saat süren işkenceli yolculuğun anlatıldığı kitapta nelerin yaşandığını okuyacaksınız.

20 yıl önce vurdular onları bir yaz sıcağında. Martin kurşunuyla vurmadılar, Eleman kurşunuyla vurmadılar. Suyla vurdular, havayla vurdular, ateş topuyla vurdular...

Geriye son sözleri kaldı: ‘Kalbim bu acıya dayan, varsın işkenceler dağlasın seni...’

Öyle de oldu, öyle yaptılar. Yürekleri dağlandı ama dayandılar: ‘Biraz daha dayan’ dediler. Sadece biraz daha... Zamanla yarıştılar. Zira karşılarında ölüm vardı. Ya kazanacaklardı ya da kaybedeceklerdi.

Yolculuğun sonunda açlık grevindeki tutsaklardan Hüseyin Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya yaşamlarını yitirdi. Kav, kitabını Hüseyin Eroğlu, Mehmet Yalçınkaya, Mustafa Gezgör, Doğan Kılıçkaya ve inançları uğruna yaşamını yitirenlere adıyor.

Kitabı yazan Fuat Kav, yaşarken mi çok acı çekti, yoksa yazarken mi?

Elbette bunun yanıtı yazarda saklı. Sır olarak mı saklayacak, yazacak mı onu da? Bildiğimiz şu; onların öyküsü o gün orada başlamadı ve orada da bitmedi. “Mavi Ring” özel olarak 26 kişinin öyküsü olsa da, hepimizin ve Kürtlerin öyküsünün kısa bir özeti aslında. Açlık grevi 45. gününde yapılan anlaşmayla son bulduğunda, sol yurmruklar Hüseyin Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya için kalkacaktı. Bir dakikalık saygı duruşu onlar içindi...

En güzel marşlar onlar için söylendi, en içten zılgıtlar onlar için çekildi. Söylenecek söz bitmemişti. Gidenlerin idealleri geride kalanların idealleri olacaktı ve öyle de oldu.

Fuat Kav’ın yazdıkları bunlar. Ya yazmadıkları?

Eminiz ki 20 yıl, 6 ay, 6 günün gerçeği bu kadar değil. Yaşadıkları ve tanık oldukları bu kadar olmadığına göre; haydi hayal edelim: Bu güzel insanlar neler yaşadı? Yaşananların bu kısa özet, olan Mavi Ring kanımızın donmasına yetiyor da artıyor...

Onların gözleri ateşinde kaldı, kırmızıya yenilen beyaz tabutta... O gün kendine çekildi bütün zamanlar. Ateşin duvarında susuz ve havasızlardı. İzleri, acısı onlarda kaldı, dokunamadıkları en nazlı yerlerinde... Işıklarıyla özgürlük, yol oldu onlara. İz sürdüler yarınlara... Onların yolculuğu devam ediyor. Mutlu yarınların özgürlüğüne..
 
Yukarı