Fuat Kav'ın masum bir hikayesi

 (SABRİ AGIR)

Olamazdı. Gerçekten Yılmaz Güney'den mektup gelmiş miydi? Alıp elinden bir çırpıda, adeta bir nefeste okudum. Evet, gerçekten de Yılmaz Güney'den gelmişti ve de yazdığım mektubun yanıtıydı...

"Milyonlarca Kürt çocuğu gibi ben de hayata erken atılmıştım. Sömürüyü adeta doğarken hissetmiş, baskı ve zulmü daha çocukluk yıllarımda bizzat yaşayarak öğrenmiştim. Olay ve olguları çok daha erken kavrama ve bunun analizini yapma durumunu yaşam bir zorunluluk olarak öğtetmişti bize…" diyen cümlelerle başlıyor yaşamını anlatmaya, Fuat Kav.

Yaşamını Kürt halkının özgürlüğüne adamış, gençliğinin tümünü zindanlarda geçirmiş. Fakat O, bu yıllarını adeta dondurmuş da, şimdi o gençlik yıllarını yaşıyormuş gibi heyecanlı, yaşam dolu, çocuksu biri. Onun hayatında yaşamı boyunca unutamadığı iki insan var. Birini gururla ve yüksek sesle anlatırken, diğerini biraz utangaç ve biraz da çekinerek anlatıyor arkadaşlarına. İkisini de birer idol olarak benimsemiş. Biri ile uzun yıllar birlikte kalmazsa da hayatında sadece yaşamı değil ölümü de paylaşmak istediği ve O'nun adı her geçtiğinde kendini suçlu hissettiği, bir ağabey, bir önder, bir güzel insan olarak benimsediği Kemal Pir. Kemal Pir'i tanımak Fuat Kav için yaşamın anlamı, ayrıcalığı, ondan sonrası ise zorunluluk. Onun için Kemal
Pir'in anlamını yorumlamaya çalışmayacağım. Hayri Durmuş'un kendisi ile ilk sohbetini ve bu mücadelenin gereklerini nasihat gibi kendisine fısıldayışını da.

Bu yazıda Fuat Kav'ın hayatını değiştiren, onu bu kavganın içine atan, yıllardır uğruna ölümlere gidip geldiği bu sevdada çocuksu yürüyüşüne ışık tutan kişiyi yazmak istiyorum. Fuat Kav'ın Yılmaz Güney sevdasını. Yılmaz Güney hikayesini. Fuat Kav'dan ilk duyduğumda hem şaşırmış, hem sıcak bir tebessümle olayın güzelliğini kıskanmıştım. Şöyle anlatıyordu: "Sınıf bilincimi en fazla geliştirip keskinleştiren sanatçıların başında geliyordu. Ütopyamın, yeni dünyamın ve ruhumun derinliklerinde oluşturduğum yeni yaşam tarzımın kahramanıydı O…"

Fuat Kav, Urfa'nın yoksul köylerinden birinde, feodalitenin derin çelişkilerini, yaşamın her karesine nüfuz ettiği koşullarda erkenden fark ederek büyüyor. Daha gençlik yıllarında Ağa'nın onca köylüye zulmünü, sömürüsünü, adaletsiziliğini fark ettiğinde bunu kabul edemeyeceğini söylüyor. Ama buna karşı nasıl mücadele edeceğini ise bilmiyor. Zamanla bir taraftan çelişkileri fark ederken öte yandan yaşamın şifrelerini çözüyor, ayrıntıları ile tanışıyor. Yine kendi deyimi ile; "Giderek artık yavaş yavaş kültürel, sanatsal ve düşünsel dünyayla tanışmam ve bu alanlara belli bir ilgi duyma sürecim gelişti. Artık sinemaya, konserlere, değişik seminer ve panellere gidiyordum. Belki iyi bir konuşmacı, iyi bir yapımcı değil ama iyi bir izleyici ve iyi bir dinleyiciydim. Konserler, sinema ve seminerler bana heyecan veriyor, farklı, değişik bir dünyanın da var olduğuna dair kafamda ilk düşünce filizi oluşuyordu. Hele hele bazı film ve sanatçıların duruşu, sınıf bilincimin gelişmesinde adeta özel bir okul görevini görüyordu. Aslında normal koşullarda veya normal diyebileceğimiz şartlarda fazla abartılacak bir durum değildi, ama mevcut sistemi kabul etmeyen, bu nedenle değişik fikir ve alternatifler peşinden koşan birisi için bu film ve sanatçılar olağanüstü heyecan veriyordu…"

Yılmaz Güney'i ütopyasının, yeni dünya görüşü ve ruhunun derinliklerinde oluşturduğu yeni yaşam tarzımın kahramanı olarak görüyor: "Yılmaz Güney, ağa ve patronlara, işbirlikçi, yalakacı ve ikiyüzlü kesimlere karşı mücadele yönü ağır basan filmler yapıyor ve bu filmler duygularıma fazlasıyla hitap ediyordu. Yoksuldan, ezilenden, acı çekenden yana, zulüm ve haksızlık edenlere, baskı ve zalimlik yapanlara, gücünü, para ve otoritesini kendi bireysel çıkarları için kullananlara karşı duruşu son derece net ve sert olan Yılmaz Güney'i hayalime, ütopyama ulaşmamda somut olarak görebildiğim tek kişiydi…" şeklinde devam ediyor.

Yıllar böyle hızlı, yaşam böyle sancılı geçerken Fuat Kav buna karşı mücadelede gecikmek istemiyor ve 1977 yılında 'Acaba Yılmaz Güney bana bir yol bulabilir mi?' diyerek oturup kendisine bir mektup gönderiyor. Yılmaz Güney o zaman Kayseri'de tutukludur. Mektubun yazılma gerekçesi ve özeti şu: "Evet, Kayseri Cezaevi'ndeydi. Kendisine hem bir hayranı, hem bir hemşerisi hem de sınıf bilincinin ilk sürecini yaşayan birisi olarak bir mektup yazmış, onunla bu şekilde de olsa tanışmak, ilişkilenmek, ondan bir şeyler almak istemiştim. Cevabı gelir mi, gelmez mi diye de çok düşünmemiştim. Daha doğrusu bana cevap verebileceğine fazla ihtimal vermemiştim. İçinde yaşadığımız düzenin nasıl bir düzen olduğunu, emekçilerle burjuvazinin arasındaki çelişki ve çatışmaları ve buna karşı nasıl bir yaklaşım geliştirilmesi gerektiğini, verili hayatın boş ve anlamsız olduğunu, bir insanın onurlu ve kişilikli yaşamakla ancak yaşamının anlam kazanabileceğini, hayatı anlamlı kılanın özgür bir kişilik ve bu kişiliğin içinde yaşayacağı özgür bir toplum olduğunu yazmıştım. Yani daha çok özgürlük, kavga, sınıf mücadelesi, verili düzenden kurtulma gibi konuları ele almıştım… Tabii ki bunları o zamanki bilincim ve ideolojik düzeyimle kaleme almıştım. O dönemde onun fikirlerini çok merak ediyordum. Yine o yıllarda sinemaların önünde ya da içinde MHP'lilerle kavgalar ederdik; Yılmaz Güney'i destekleyenler ve desteklemeyenler seklinde. O mektupta bunu da yazmış, 'senin için zaman zaman kavga da ediyoruz' diye söz etmiştim. Tabii ki kendi fotoğrafımı da bu zarfa koymayı ihmal etmedim…" diyor. Ve mektubu bir umutla yazdığını, karşılık beklemediğini, sadece duygu ve düşünce dünyasındaki çelişkilerin tek adresi olarak Yılmaz Güney'i gördüğünü söylüyor gülerek.

Fuat Kav bu yıllarda bir lokantada garson olarak çalışıyor. Toplumun her kesiminden insanları, servis yaptığı bir lokantada tanıyor, yaşamı böyle öğreniyor. Ve bir gün, hiç beklemediği bir gün, garson arkadaşlarından biri elinde bir zarfla yüksek sesle Fuat'a seslenerek içeri giriyor.

O anı Fuat Kav şöyle hatırlıyor: "Herkesi adeta yara yara bana gelerek, 'Yılmaz Güney'den sana mektup var' dedi. Nefesi kesilmiş, kesik kesik konuşuyordu. Her nefes aldığında bir hece oluşturuyor, cümlesini tamamlayıncaya kadar epey zaman geçiyordu. Hala aklımdadır o arkadaşımın davranışları ve benim ona deyim yerindeyse aval aval bakışım. Olamazdı. Gerçekten Yılmaz Güney'den mektup gelmiş miydi? Alıp elinden bir çırpıda, adeta bir nefeste okudum. Evet, gerçekten de Yılmaz Güney'den gelmişti ve de yazdığım mektubun yanıtıydı. Çok fazla hatırlamıyorum ancak o mektubun unutamadığım cümlesi şuydu: 'Benim için kimin ne söylediği çok fazla önemli değildir. Önemli olan, tarihin beni nasıl yazacağıdır. Emekçilerin haklı olduğu ve bir gün mutlaka kazanacağı kesindir. Ayrıca benim için kavga etmenize gerek yok, eğer kavga edecekseniz bu kavga sınıf adına, demokrasi ve sosyalizm adına olmalıdır…' diyordu."

İşte ne oluyorsa o andan sonra oluyor ve Fuat Kav'ın hayatı orada değişim kulvarına giriyor. Fuat Kav arkadaşının elinden mektubu alıp okuyunca o anda lokantada iki müşteri bu tarihi ana şahitlik ediyorlar. Hoşlarına giden bu kişi ile tanışmak ve arayışlarını öğrenmek istiyorlar. Fuat Kav elinde mektupla içeri geçip ayrıntıları okumaya ve okuduklarını heyecanından kurtularak anlamlandırmaya çalışırken, yine aynı garson arkadaşı içeri girer ve iki müşterinin kendisi ile konuşmak istediğini söylerler. Gidip o müşterilerle konuşan Kav, o diyalogu şeyle özetliyor: "Yanlarına gittim ve tanıştık. Adaşım olan kişi bana neden Yılmaz Güney'le yazıştığımı sordu. Ben de arayışlarımı anlattım. Onlar da, Kürdistan devrimcileri ve anlattığı bu arayışlarının yaşamsallaştırıcıları olduklarını söylediler. Hemen orada, egemen sınıfların genel duruşuyla bağlantılı olarak Kürt sorununu anlatmaya başladılar. Anlattıklarına, çok yabancı değildim ve bana uyan yanları olmakla birlikte çok fazla algılayabildiğim şeyler de değildi. Çünkü bana sınıf mücadelesinin en kaba hali, en doğrudan mücadele etme tarzı lazımdı. Ulus ve ulusun kurtuluşu o zaman benim için gözle görülür bir çelişki olmadığı gibi fazla aciliyet de arz etmiyordu. Sosyalist deyimle, temel çelişkim, en önde olan sorunum burjuvaziydi, egemen sınıflardı, ağa ve derebeyleriydi. Ama tabii ki her ikisi de sırayla ulusal sorunu, Kürt meselesini sınıfla, ağayla, derebeyleri ve genel anlamda burjuvaziyle bağlantı kuruyordu. Bu da bana uyan, bana anlamlı gelen bir durumdu. Sonuçta sistemi benimsemeyen, sistem karşıtı olan ve bu sistemin mutlaka değişmesi gerektiği sonucuna varan birisi olarak Kürt sorunuyla da böylelikle tanışmış oldum. Sonra bu kişilerle randevulaştık ve görüştüğümüzde de bir emekçi olarak, Kürt sorununun da Türkiye'nin bir parçası olduğunu, emekçilerin egemen sınıftan kurtulup sömürüsüz bir dünyada yaşayabilmesi için öncelikli görevin, kendi ulusunu, dilini, yaşam tarzını bilmek gerektiği sonucuna ulaştığımı anlattım. Eğer bu bilince ulaşılmazsa emek mücadelesinin verilmesinden de sonuç alınamayacağını söyledim. O günden itibaren de bu mücadelenin değişik yerlerinde, değişik zamanlarında, değişik cephelerinde katkı sunmaya çalışan bir insan olarak yaşamımı sürdürüyorum işte…" diye özetliyor.

Beni etkileyen bu hikayeyi Fuat Kav ve 14 arkadaşının Strasbourg'da yürüttükleri açlık grevine yattığı günden beri her an yeniden dinlemiş gibi olurum. Geçenlerde kendilerini ziyarete gittiğimde Fuat Kav'a anlatınca bana o çocuksu gülüşünden bir gülüşle karşılık verdi. "Ne oldu o mektup?" diye sordum. Güldü. "Hakketen yaw" dedi. Geçenlerde abisine sormuş. Uzun bir süre evde hatıra olarak kaldırılan mektubun sonra kaybolduğunu öğrenince üzülmüş. Bir de Yılmaz Güneyi uzun süre sonra ayrı bir fraksiyondan olduğunu öğrenince. "Ama dert etmiyor. Benim için önemli olan ağaya ve egemenlere karşı duruşuydu" diyor. Ve ekliyor: "Yıllar sonra Yılo'cularla Cıno'cuların birer ideolojik fraksiyon farkı olarak gençler arasında yayıldığında, bir Yılo'cu olarak onun benden, bizden olmadığını öğrendiğimde fazla dert etmedim. Çünkü artık Kürdistan devrimcileri ve Kemaller, Hayriler, Mazlumların arkadaşıydım" diyor.

Gülüşerek ayrılıyoruz ziyaretlerinden. Şimdi dönüşümsüz süresiz açlık grevinin 30. gününde. Bu mücadeleye başladığı günün aynı heyecanı, aynı coşkusu ve aynı kararlılığıyla.
(Bu ilginç hikayeyi ilk duyduğumda hem şaşırmış hem de kendi yaşamımdan bir kesit görmüştüm. O'da milyonlarca Kürt çocuğu gibi…)

 
Yukarı