“Benim adayım” değil “bizim adayımız” olmalı…

‘Baskın seçim’e karşı saldırı taktiği ile yanıt vermek, faşizmin en büyük korkusu olacaktır. Madem ki diktatör, diktatörlüğe karşı olanları baskın seçimle gafil avlamak istedi, o halde faşizme karşı direnenler de baskın bir taktikle ona karşı büyük bir üstünlük sağlamalıdır. Diktatörün baskın seçim taktiğine karşı başvurulacak tek taktik bu olmalı. Hazırlıksız ve gafil avlama oyununu böyle boşa çıkartmak mümkündür.
Faşizm ancak hızlı, durmadan, bıkıp usanmadan, gece ve gündüz çalışılarak alt edilebilir. “Şu yok, bu yok, yorulduk, biraz dinlenilelim” gibi sözcükler lügâtımızda olmamalı, böyle şeyleri düşünmek bile olmamalı. Çünkü biliyoruz ki faşizm ve diktatörlük ancak büyük fedakarlıklar gösterilerek yenilebilir. Büyük fedakarlıklar da normal koşulların çalışma temposu ile değil, olağanüstü koşulların çalışma temposu ile gerçekleştirilir.
Faşizmi yenmek için her zamankinden en az on kat daha fazla çalışmak gerekiyor. Zira faşizm normal-rutin koşulların ürünü değil, olağanüstü koşulların bir sonucu olarak şekilleniyor. Onu yenmek için de olağanüstü bir tempo, enerji, taktik ve dolu dolu bir yürüyüş lazım. Böyle olursa ancak başarı elde edilebilir. Bunları öylesine değil tarihin sayfalarını çevirerek, Almanya’nın, İtalya ve İspanya’nın tarihine bakarak söylüyoruz. Mussolini, Franko ve Hitler’e karşı verilen mücadele muhteşemdi. Olağanüstü bir mücadele ile olağanüstü kişiliklerle verilen bir mücadele ile bu diktatörler tasfiye edildiler. Eğer büyük kahramanlıklar olmasaydı, o korkunç işkenceler göze alınmasaydı, Gestapo‘nün o karanlık dehlizlerinde bedenleri dilim dilim kesilen devrimcilerin, aydın ve sanatçıların, özgürlükten yana olan kadın ve gençlerin cesur direnişleri olmasaydı faşizm asla yenilmezdi.
Erdoğan diktatörlüğü de diğer diktaötörlükler gibi kanlıdır.
Bugün de böyledir. Erdoğan diktatörlüğü de tıpkı Hitler, Mussolin ve Franko faşizmi gibi zalim, gaddar ve kanlıdır. O da vuruyor, kırıyor, yakıyor, muhaliflerini zindanlara atıyor. Kürtlerin bulunduğu her yeri yerle bir ediyor. Evlerini, köylerini, şehirlerini başlarına yıkıyor. Bundan daha katı ve kanlı bir faşizm-diktatörlük olmaz. Erdoğan neyse Hitler de, Mussolini de, Franko da odur. Bu nedenle fedakarlık da, bedel de, verilecek can da ağır olacak. Dolayısıyla çalışma tarzı, tempo ve emek yoğunlaşması da buna denk olmak zorunda. Bu nedenle “olağan koşullara göre değil olağanüstü koşullara göre emek sarf etmek ve bıkıp usanmadan çalışmak lazım” diyoruz…
Diktatörlüğe karşı mücadele etmek kutsallıktır…
Faşizme-diktatörlüğe karşı çalışmak-mücadele edip bedel ödemek her şeyden çok daha kutsaldır. Namaz kılmak, hacca gitmek, zekat ödemek, Cem tutmak, İsa için dua etmek kadar kutsaldır ve esas görevdir. Esas görev kutsallığı içerir, olmazsa olmaz manasına gelir. Bu görevi yapmayanlar ya da yarım yamalak yapanlar veya normal bir rutin halde yapanlar, ibadet ettikleri ve bağlı oldukları değerlere de sırt çevirmiş olurlar. Bunu böyle bilmek ve buna göre Erdoğan faşizmine-diktatörlüğüne karşı mücadele etmek gerekiyor…
Her şey seçim olmazsa da…
Hiç kuşkusuz ki faşizme ve diktatörlüğe karşı mücadele tek boyutlu değildir. Faşizm ve diktatörler muhaliflerine karşı nasıl ki çok boyutlu ve çok farklı araçlarla saldırıyorsa, ona karşı mücadele etmek de çok farklı boyut ve araçlarla olur. Tek hamleyle, tek vuruşla, tek yöntem ve tek duruşla faşizm ve diktatörlüğün aşılmasına yetmez. Belki yorar ama nihai sonucu getirmez. Bu nedenle mücadele çok boyutlu olmak zorunda. Seçimi bu bağlamda ele almak gerek. Seçimi de bir hamle, bir yumruk, bir kılıç darbesi olarak görmek gerek. Yani bir araç bağlamında ele almak daha doğrudur. Ama öylesine bir araç değil, gerçekten de ciddi ve etkili bir araçtır. Bu araç iyi, doğru ve sonuç alıcı bir biçimde kullanılırsa diktatör Erdoğan bertaraf olabilir. Muhalefetin örgütsüzlüğü ve dağınıklığı üzerinden iktidara geldi, muhalefetin örgütlülüğü ve birleşik iradesiyle de gidebilir. Elbette ki diktatör seçimle geldi, fakat demokratik bir seçimle asla gitmez. İktidarda kalmak için her türlü hileyi yapar, devletin tüm olanaklarını kullanır ve en nihayetinde “99%’la kazandım” der. Tüm diktatörler bunu yapar. Kenan Evren de böyle yapmıştı, son on yıldır Erdoğan da aynısını yapıyor, bu seçimde de yapmaya çalışacaktır. Ancak diktatörü seçimle götürmek de muhalefetin ve özgürlükten yana olanların kuvvetine bağlıdır. Bunun örnekleri de vardır. Latin Amerika’da her türlü baskıya rağmen demokrasi güçlerinin seçim kazandığını ve birçok diktatörün bertaraf edildiğini de biliyoruz. Eğer demokrasiden yana olanlar gerçekten de “diktatörü sandığa gömebilirim” deyip, bazı riskleri göze alır ve buna göre gücünü birleştirirse başarı kaçınılmazdır.
Hedef Erdoğan-Bahçeli diktatörlüğünün alaşağı edilmesi olmalıdır
Diktatörlükten yana olmayan ve Erdoğan’ın hedeflediği herkes aynı blokta yer almak zorunda. Çünkü Erdoğan ‘Erdoğancı’ olmayan herkesi ezip geçiyor. Malı olanın malını gasp ediyor, tarlası-arsası olanın tarla ve arsasına el koyuyor, iş insanlarının ona yalakalık yapmasını, boyun eğmesini, ne diyorsa onu yapmasını istiyor. Bunu kabul etmeyen işverenlerin elindeki sermayelerine el koyarak ya cezaevine ya da sürgüne gönderiyor. Siyasi partilere de aynı tarzda yaklaşıyor. Her diktatörün yaptığı gibi o da bilim insanlarını, politikacıları, akademisyenleri tasfiye ediyor; cemaatları, kanat önderleri kullanabildiği kadar kullanıyor daha sonra da vatan haini ilan ediyor. Türkiye’de diktatör Erdoğan’ın ilan ettiği vatan hainlerinden geçinmiyor. Avrupa’da binlerce “vatan haini” yaşıyor, bunlar hepsi de diktatör Erdoğan’ın ve yalakacısı Bahçeli’nin mağdurları.
Bu durumda “demokrasi” ya da “diktatörlüğe karşı birlik” cephesinde yer alması gerekenler Erdoğan’ın mağdurları olmalı. AKP-MHP hegemonyasını uygulayan Erdoğan-Bahçeli diktatörlüğünden zarar gören kadınlar da, gençler de, işverenler de, liberaller de, politik çizgi olarak CHP-Saadet ve diğer tüm partiler de bu mağdurlar cephesinde yer almalıdırlar. Bu cephenin ana ekseni Erdoğan-Bahçeli diktatörlüğünden zarar görme ve bunu telafi etme ekseni olmalıdır. “Mağdurlar” cephesinde yer alan kişi ve siyasi partilerin geçmiş çizgileri ve işledikleri günahlar dikkate alınır ama esas sorun herkesi kanda boğan diktatörlüğün ortadan kaldırılmasıdır. Önemli olan anda bir nefes borusunun açılması, boğulmak üzere olan toplumun boğulmaktan kurtulması ve birazcık da olsa önünü görmesidir.
Elbette ki yarına da bakılır, fakat yarının işi diktatörün tasfiyesinden sonraya bırakılmalı. Ondan sonra yeni yol haritaları devreye sokulmalı. Herkes biliyor ki yarın yeni cepheler, yeni oluşumlar ortaya çıkacaktır. Bizce bu da bugün değil, yarın tartışılmalıdır. Eğer bugünden mağdurlar cephesinde yer alanlar birbirinin geçmişini deşip gelecekteki olası duruşları gündeme getirip tartışırlarsa, kazanan yine Erdoğan diktatörü olur. Erdoğan, bir anlamda gücünü muhalefetin parçalı halinden almaktadır. Bu parçalanmışlık aşılmazsa bu kez de tarih tekerrür eder. Bunun için diyoruz ki Erdoğan şahsında şekillenen diktatörlük hedef tahtasına konulmalı, ortaklaşma bu eksende olmalıdır.
Birinci turda herkes kendi adayı ile seçime girmelidir…
Her parti kendi adına, kendi siyasi çizgisi temelinde aday göstermeli. Böylelikle kimin ne kadar gücü varsa ortaya çıkmış olur. Mevcut haliyle hemen hemen her parti “benim oylarım seninkinden daha fazla, dolayısıyla ikinci turda benim adayımı tercih et” deme çabasında. Birinci turda herkesin “benim adayım” demesi bir yere kadar doğal, ama ikinci turda doğal olmaz. Bu turda “benim adayım yok, bizim adayımız var” olmalıdır. Son turda mağdurların ortak adayı olmak zorunda. Bu ortak aday da herkes “tamam işte bu” deme gibi bir durum da söz konusu olamaz. Bu, hem farklılıkların objektif durumuna, hem de bileşenlerin aykırılık noktalarının çok değişik noktalarda seyretmesine aykırıdır. Aykırıdır çünkü CHP ile HDP farklı kulvarlardadır, aykırıdır çünkü İyi Parti ile HDP çok daha farklı noktalarda olan iki ayrı partidir. İdeolojik olarak da, politik olarak da, dünya görüşü olarak da, kısacası birisi bildiğimiz Meral Şener çizgisinde diğeri ise barıştan, adaletten ve özgürlükten yana olan bir çizgi konumunda. CHP ve HDP açısından da ciddi sorunlar var. Saadet partisi için de bu böyledir. Ancak Türkiye’nin politik konjonktürü ne yazık ki çok farklı kulvarlarda yüzen çizgilerin sadece bir tek noktada anlık olarak, belki de sadece seçim günü olarak bir arada bulunmaları gerektiriyor. Bir tek gün de olsa herkesin oyu bir kişiye akacak ve böylece bir günlük “ittifak” gerçekleşmiş olacaktır. Bu bir günlük ittifak Erdoğan diktatörlüğünün sonunu getirebilir. Olmazsa, Erdoğan diktatörlüğü devam edecek ve dolayısıyla sandıkta bir gün bile bir araya gelemeyenler bu kez bir kez değil, binlerce kez ezileceklerdir. Tabi ki sadece bireyler ve partiler ezilmeyecek, onlarla birlikte Türkiye de ezilecektir.
Kürtlerle ittifak eden blok kazanır…
Bu büyük tehlikeyi görenler ikinci turda “benim” adayım” diye ısrar etmezler, kör olanlar ise zaten Erdoğan’ın değirmenine su taşımaya devam etmiş olacaklar. “Kürtlerle birlikte olmam” diyenler de kaybetmeye mahkumdurlar. HDP kilit konumunda bir parti. Kim Kürtlerle birlikte hareket ederse o kazanır, bu da kesindir. Kaldı ki Kürtler yıllardır diktatörlüğe ve Erdoğan-Bahçeli faşizmine karşı mücadele eden bir güçtür. Birileri Erdoğan’ın etrafında fır dönerken, Kürtler ona karşı mücadele ediyordu. Erdoğan’ın Kürt düşmanlığı buradan ileri geliyor. Sadece Kürtler teslim olmadı. Diktatöre biat etmedi. Nusaybin, Cizre, Silopi, Şırnak, Sur bunun için yakılıp yıkıldı, Efrin bu nedenle işgal edildi. Güney Kürdistan’ın birçok bölgesini işgal etme çabasının nedeni de budur.
Evet, Kürtler olmadan diktatörlüğe karşı oluşan blok kazanamaz. Gerçek bu iken “Kürtlerle birlikte olmam” söylemi, diktatöre kazandırma, onu yeniden iktidara getirme söyleminden başka bir şey değildir. Kaldı ki Kürtler de birileriyle birlikte olmak istemez. Kürtlerin Türk milliyetçileriyle ne işleri olabilir? Kürt sorunu konusunda AKP ile birçok noktada buluşan CHP ile aynı blokta yer alması, İyi Parti denilen kesimle Kürtlerin buluşması mümkün mü? Ancak özel ve özgün, çok olağanüstü bir süreçten bahsediyoruz. Bu özgün ve özel süreç nedeniyle Kürtler bazı noktalarda fedakarlık ederek, yaşanan tıkanma sürecinin aşılmasında rol oynamak istiyor. Bunun için bazı şeyleri es geçiyor. Fakat Kürtler bu fedakarlığı diğer tüm partilerden de bekliyor. Bu nedenle ikinci turda herkesin elini taşın altına koyma, her partinin ve her politik çizginin, diktatörlüğe karşı olan her bireyin bir biçimde baldıran zehrini içerek sürece katkı sunma önerisinde bulunuyor. Bunun için de ortak bir adaya ihtiyaç doğuyor. Ortak adayı da şu veya bu partiden değil, her kesimin bir biçimde “tamam” diyebilecek bir şahsiyet olmalı. Bu olursa diktatörlükten başka herkes kazanır. Örneğin Meral Şener ısrar ederse ciddi sorun çıkacağı kesindir. Kürtler ve CHP tabanında en az birkaç milyon seçmen Meral Şener’e oy vermez. Dolayısıyla Meral Şener ortak aday olamaz. Kılıçdaroğlu da böyle. O halde gelin herkesin kazanabileceği bir sürecin en önde yer almasını bilen aktörleri olalım…




 
Yukarı