Türkiye'nin Ortadoğu’da bataklığa saplanan bir ülke konumuna geldiğini söylemek herhalde kâhin olmayı gerektirmiyor.  Korku, panik ve daha fazla egemen olma hayali onu giderek daha çok derin bir uçuruma doğru sürüklüyor. Varoluşunun çok daha ötesinde Ortadoğu’da egemen olma, askeri ve politik gücünü kullanarak daha fazla inisiyatifi ele geçirme istemi çok daha çılgın bir siyasetin girdabına sürüklüyor. İnkâr ve şiddette sınır tanımayan bir saldırganlık tutumu ile sağa sola saldırması, mevcut sınırlarının dışında cereyan eden olaylara birinci derecede taraf olma arzusu ve bu konuda kendini son derece dayatarak isteklerini kabul ettirmeye çalışması, Osmanlı dönemindeki politikasının günümüzdeki versiyonudur. 

Osmanlı siyaseti, üç kıtada at oynatma, kılıç sallama ve halklara boyun eğdirtme siyasetiydi. Bu siyaseti  şimdi Türkiye Cumhuriyeti uygulamaya çalışmaktadır. Onun hayali Ortadoğu’yu, Afrika’yı ve Avrupa’nın önemli merkezlerini denetim altına alma hayalidir. Bu, hiç bir kuşkuya yer vermeyecek kadar açık ve nettir. NATO ve Avrupa Konseyi üyeliğinin yanı sıra, AB ile ciddi ilişkiler içerisinde olmasına rağmen böyle bir politika izleyen Türkiye, Cereblus işgali, Bab ile ilgili planlaması, Rojava’ya karşı izlediği saldırganlık politikası tüm bu yaklaşımın bir sonucudur.
Hiç bir hakkı olmamasına, hiç bir uluslararası yasaya dayanmamasına, devletler arası hukuku bile bile çiğnemesine rağmen Cerablus’a saldırması, onun ne kadar saldırgan ve Ortadoğu’da büyük bir savaşın fitilini ateşleyebilecek kadar gözü kara bir siyaset izlediğinin de en somut göstergesidir.

Gerçekten de Türkiye hangi hakla Rojava’ya karşı düşmalık siyasetini izliyor? Neden ve neye dayanarak Cerablus’u işgal ediyor? Hangi uluslararası hukuka dayanarak PYD’yi ‘terörist’ ilan etmiş durumda? Türk devletinin temsilcisi Erdoğan hangi gerekçeyle “PYD Fırat’ın batısına geçemez” diyor? Erdoğan, hangi mantıkla, hangi zihniyetle “Amazon’da üç Kürt bir araya gelip bir çadır kursalar, biz bunu Türkiye’nin güvenliği açısından sakıncalı görürüz” deme gereğini duyuyor? Türk devleti ve onu temsil eden politikacılar hangi hakla 50 milyonu aşan bir ulusu, bir halkı, bu ulus ve halkın dilini, kültürünü, sanatını, hak ve yaşamını kabul etmiyor, dahası bu ulus ve halkı yasaklıyor, onun adına konuşanları cezaevlerine tıkıyor?

Suriye’de yaşayan herhangi bir etnik ulusun veya herhangi bir inanç grubunun yaşadığı topraklarda kendini özerk olarak ilan etmesinde, kendi inaçlarını kendi kutsal mekanlarında rahatça, özgürce ve herhangi bir baskı altında olmadan gereklerini yerine getirmesinde Türkiye’yi, Erdoğan’ı ilgilendiren bir yan var mı? Günün birinde Arap Baas yönetimi ile Kürtler anlaşarak Suriye Federasyonu kurduklarını, yine İran veya Kürtlerin bulunduğu tüm devletler, Kürtlerle birlikte ortak bir konfederal sistem inşa ettiklerini farz edelim. Bu, Türkiye’yi ilgilendiren bir durum mu? Kurulacak bu federasyon ya da federasyonların Türkiye’nin güvenliği için sakınca teşkil edecek boyutu nedir? Erdoğan’a, Türk devletine, Türk meclisine, Türk MİT’ine, Türk polisi ve ordusuna, kısacası Türklük adına çalışma yapan tüm kişi ve kurumlara göre böylesi bir oluşum son derece sakıncalıdır ve kesinlikle savaş gerekçesidir...



Peki Türk devleti ve Erdoğan bu gücü, bu cesareti nereden alıyor? Son derece haksız, adaletsiz, zalimce olan bu uygulamanın sırrı nedir? Gerçekten de Türkiye’nin güçlü olmasından mı, yoksa başka bir şeyden mi ileri geliyor? Elbette ki Türkiye’nin çok güçlü, Erdoğan’ın da çok zeki olmasından değil, ABD ve AB ülkelerinin tutumundan kaynaklandığını vurgulamaya bile gerek yoktur. ABD ve AB ülkeleri çıkarları gereği hemTürkiye’yi sonuna kadar kullanıyor, hem de sonuna kadar destekliyor. Türkiye’nin bu zalim ve adaletsizlik üzerinde inşa edilen bu gücü kesinlikle ABD ve AB’den geliyor. ABD ve AB ekonomik, askeri ve politik alanda sonuna kadar destek sunuyor. ABD ve AB siyasi ve askeri alanda destek verdikçe, işlediği suçları örtbas ettikçe, uluslararsı alanda sınır ihlaline rağmen sessiz kaldıkça Türkiye daha fazla rahat bir biçimde suç işliyor, daha fazla insan hakları ihlal ediyor, “daha fazla savaş”, “daha çok şiddet” diyor. Demek ki uluslararası güçler, Türkiye’nin işlediği suçlara ortaktır. Bu da kesin ve tartışılmazdır.

Çok daha güncel ve somut bir örnek olan Kuzey Kürdistan’daki neredeyse tüm şehirlerin yakılıp yıkılması ve halkın gerçek iradesi olan belediyelere ‘kayyım’ atanması durumudur. AKP, Erdoğan ve Türk devleti bu çağda onlarca şehri yerle bir etti, her tarafı yakıp yıktı, tek bir ev, tek bir hayvan, tek bir ağaç bırakmadı. Önüne gelen her şeyi yaktı-yıktı. İnsanları bodrumlarda diri diri yaktı, yaralı olanları kurşuna dizerek katletti. Yapılan seçimle elde edilen belediyelere el konulması başlı başına bir Osmanlı zorbalığıdır. Erdoğan’ın seçimle kazanmadığı belediyelere ‘kayyım’ denilen bir anlayışla el koyması, TC’nin Kürtlere gördüğü revanın en somut örneği oluyor...

Amaç irade kırmaktır, kazanılan hakları gasp etmektir, “ne kadar kazanırsan, ne kadar mücadele edersen et ben bir günde el koyarım” diyerek, umutsuzluğu hakim kılmaktır.




Bu durumda en başta Kürtler olmak üzere tüm halklar, ezilenler, emekçiler, kısacası “ötekiler” uluslararası düzeyde suç işleyen bir şebeke ile karşı karşıyadır. Yani işlenen ortak bir suç vardır. İttifak ve anonim konumunda olan bir suç şebekesi vardır ve bu şebeke kollektif suç işlemektedir. Ortadoğu'da bu şebekenin fiili ve pratik yürütücüsü de Türk devletidir. Bu devletin başında olan Erdoğan da kollektif suç işleyen bu güruhun kooridinatörü ve şefidir. Halkların, Ortadoğu’daki ezilen uluslar ve emekçilerin görevi de bu suç şebekesine karşı dik durmaktır. Bu şebekenin saldırıları ancak direnişle, dik durmakla durdurulabilir. Kürtler gibi boyun eğmemek, direnişi kesintisiz bir biçimde sürdürmek, açlık ve zulme teslim olmamak  esas görevdir. O halde uluslararası şebekeye karşı uluslararası dayanışma ve birlik platformlarında yer alma görevimizi büyütelim...
 
Yukarı