Deutsch
Vurulup da düşmeyenlerin, yürüyüp de yorulmayanların, kanlar içinde kalan bedenleri ile asla pes etmeyenlerin şaha, güneşe doğru yol alanların aydır mayıs ayı…Bilinçle, inançla, irade ve direnişle halk düşmanlarına korku salanların aydır mayıs ayı…
Onurla, şeref ve namusla kavgada aman dilemeyenlerin, düşmana boyun eğmeyenlerin, egemenler karşısında diz çökmeyenlerin; alnı açık yürüdükleri mücadelelerinde “elveda halklarımız, elveda yoldaşlar, elveda dostlar” deyip, güneşin sofrasında bağdaş kuranların ayıdır mayıs ayı…
Kanlıdır mayıs ayı/Kızıla boyanan aydır/Katliam ve direnişin birbiriyle kıyasıya kavga ettiği, devrim ile karşı-devrimin zorlu mücadelesinin ayı…
1 Mayıs 1977…
Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en büyük provokasyonu, egemenlerin emekçilere karşı en kanlı saldırılarından birisi. Türk burjuvazisinin kirli-kanlı tarihine eklediği en büyük katliamlarından birisi…
Uyanan yüz binlerce emekçinin, ayağa kalkan binlerce öğrenci gençliğin, haykıran binlerce kadın ve erkeğin karşısında Türk egemen sınıfının paniğe kapıldığı gün. Ve egemenler bu korku ve paniği büyük bir kanlı oyuna dönüştürür…
1 Mayıs 1977 günü Taksim meydanı kana bulanır. Can pazarına dönüşen meydan kısa sürede onlarca işçinin kanıyla kızıla boyanır. Bomba ve silahların durmadan patladığı; ev ve işyerlerinin çatılarından, resmi binalardan, plakasız arabalardan, otel pencerelerinden yağmur gibi akan kurşunlar tam 36 emekçinin canını alır…
Ve hala kanlı, hala kızıla boyalı, hala boynu bükük, yastadır Taksim meydanı. Taksim, emekçilere, işçi sınıfına, ezilenlere hala yasak, hala kapalı…
6 Mayıs 1972… Üç fidan ve üç darağacı…
Sınıf mücadelesinin en yoğun olduğu yıllar. Devrimci gençlerin oligarşiye ve burjuva sınıfına dur dediği en keskin günler. Kokuşmuş sisteme, ezen burjuvaziye, otoriterleşen ve oligarşik bir hal alan devlet yapısına karşı isyanın derinleştiği bir zaman dilimi…
Ve başkaldıran üç fidan asılır oligarşinin kararıyla…Üç yiğit darağacına gönderilir…Ve üç fidan darağacına giderken haykırırlar hep birlikte:
“Yaşasın Kürt ve Türkiye halklarının kardeşliği, yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm! Devrimciler ölür ama devrimler asla ölmez!”
İdam edilenler THKO önderleri Hüseyin İnan, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’dır. Her üçü de yiğitçe dövüşüp, büyük kavga ettiler; yılmadılar, korkmadılar! Diz çökmeden, gözlerini kırpmadan, boyun eğmeden ve cesurca savaşarak Türkiye devrimci mücadele tarihine damgasını vurdular.
Üç fidan yeni bir tarih yazıp, yeni bir ufuk açtılar halkların gönlünde. Direnişin ve direnmenin ne olduğu gösterdiler. Egemenler karşısında dik durmanın en yalın hali oldular. Tarihin ve toplumun bağrında yeni bir mücadele atılımıyla faşizmin ve onunla uzlaşan orta sınıf devrimciliğinin gerçek yüzünü açığa çıkardılar.
Milat oldular…
Gençlere, kadınlara, dürüst, namuslu ve sosyalizme bağlı olanlara olanlara örnek oldular. “Darağacına gideceğiz, öleceğiz/ Bir Deniz, bir Hüseyin ve Bir Yusuf olarak öleceğiz, ama bizden sonra binlerce Deniz, Hüseyin ve Yusuf doğacak” dediler ve öyle de oldu…
Şimdi Kürdistan dağlarında, Kuzey’de, Doğu’da, güney ve Rojava’da binlerce Deniz, Hüseyin ve Yusuf var, onların adına yeni Denizler, yeni Hüseyinler, yeni Yusuflar savaşıyor, mücadele ediyor, devrim mücadelesini büyük bir kararlılıkla sürdürüyorlar. Rojava’da onların yere düşürmediği bayrağı dalgalandırıyor, onların oluşturmak istedikleri sistem, komünal yaşamı inşa ediyorlar. Kaybedenin üç fidan değil; oligarşi, diktatörlük, faşizm ve sömürgecilik olduğunu ilan ediyorlar.
Ve dağlardan kara bir haber daha gelir tam da bu dönemde. Devrimi dağlara, mücadeleyi doruklara, sosyalizmin bayrağını göğe çekmeye ant içen bir grup devrimcinin katledildiği haberi tez elden dağılır dünyaya. Nurhaklarda yankılanan direniş sesi, mücadele ve kavganın şiarı kanla kesilir. THKO’nun kurucu önderlerinden Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan, Kadir Manga da 1971 yılının 31 Mayıs’ında Nurhaklarda katledilir…
“Devrimciler ölür ama devrimler ölmez” şiarıyla devrim dalgası, bu kez başka bir ülkede, farklı bir mekânda, yani Kürdistan’da devam eder.
18 Mayıs 1973… İbrahim Kaypakkaya
Yine bir mayıs ayı. Yine kan ve kızıl bir şafak vakti ve yine çarmıha gerilmiş bir devrimcinin bedeni. Oligarşiye, faşizme ve diktatörlüğe isyan etmiş bir devrimcinin tutsak edilişi ve bedeninin paramparça edilişi vardır sahnede…
Ser verip sır vermeyen bir yiğit çarmıhta asılı duruyor saatlerce, günlerce ve aylarca… Bilinci diri, ruhu isyanda, düşüncesi berrak ancak bedeni paramparça, elleri, bacaklar, kafası, parmakları kırık, kandan yapılmış bir heykel misali duruyor askıda…
“Konuşacaksın, bülbül gibi öteceksin, arkadaşlarının isimlerini, yerlerini, örgütsel faaliyetlerini anlatacaksın” diyen cellatlara şunları haykırıyor, kanlar içinde askıda duran yiğit:
“Boşuna uğraşmayın, benden bir şey alamazsınız. Bedenimi paramparça edebilirsiniz, başımı gövdemden koparabilirsiniz, gözlerime mil çekebilirsiniz, ama benden tek bir arkadaşımın ismini alamazsınız. Kısacası ser verir ama sır vermem…”
Ser verip sır vermeyen yiğit devrimci MLKP/TİKKO’nun önderi İbrahim Kaypakkaya’dır. Denizlerden sonra sıranın kendisine geldiğini bilen İbrahim Kaypakkaya da devrimi gerçekleştirme andı içmiştir. Denizlerin ve Mahirlerin intikamını almak için Kemalist diktatörlüğe karşı kesintisiz mücadele etmeyi kendine temel bir görev olarak görmüştür. Onların intikamını almanın yolunun Türkiye’de Kemalist diktatörlüğü devirip, yerine İşçi Köylü iktidarını kurmak olduğu bilinciyle devrimci mücadeleyi sürdürürken sağ olarak faşizmin eline geçen TİKKO önderi İbrahim Kaypakkaya, 18 Mayıs tarihinde Diyarbakır işkencehanelerinde hunharca katledilmiştir.
Haki Karer
Oligarşik baskı rejimi hala kana doymamıştı. Hala can, kan ve baş istemeye devam ediyordu. “Su uyur düşman uyumaz” sözünü doğrularcasına sömürgeciler pusudaydı. Kana doymayan Türk devleti hala av peşinde, hala kelle peşinde, hala insan avındaydı…
Ve 1977 yılının 18 Mayıs sabahı bu kez Antep’te bir çığlık yükselir. Bu kez Antep’te açılır kızıl karanfiller. Bu kez Türkiye halklarından olan büyük enternasyonalist Haki Karer vurulur Antep’in izbe köşelerinde…
Karadenizli bir ailenin çocuğu olarak Ordu’da dünyaya gelen Haki Karer lise yıllarında devrimci düşünceyle tanışır, erken yıllarda Türk devletinin baskı ve sömürüsünü görür. Ancak hala ne yapacağını, nasıl davranacağını, ona karşı hangi yol ve yöntemlerle mücadele edeceğine dair somutluk kazanmış bir fikri yoktur. O da her Karadenizli genç gibi üniversite için Ankara’ya gider. Bu dönemde de devrimci olma, mücadele etme, devlet yapılanmasına karşı durma arayışını daha da derinleştirerek sürdürür. Bu arayış onun Önder Apo ile tanışmaya kadar götürür.
Bir Karadenizli olarak var olan örgütlerin içinde Apoculuğu kendine yakın görür ve kısa bir zaman diliminde yapmış olduğu araştırma ve Önder Apo ile aynı evde kalmanın yarattığı avantajla kendini diğer alanlarda olduğu gibi ideolojik olarak da yetiştirir. Artık bir bütün olarak kendini mücadeleye, kavgaya ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine adayan bir militan olur. Haki artık Apocudur: “Kürdistan kurtulmadan Türkiye kurtulamaz, Kürtler özgürleşmeden Türkiye halkları özgürleşemez” felsefesi ile Önder Apo’nun yanında yer alır. Haki Karer, seminerden seminere tartışma platformlarına, panelden kavgaya koşan bir teorisyen ve eylem insanı olarak öne çıkar…
Kürdistan devrimcileri adını alan Apocu grup, artık Türkiye ve Kürdistan devrimlerini omuzlama bilinciyle kendini sorumlu görür. Grubun her üyesi de bu bilinç ve bu sorumlulukla hareket ederek mücadelenin orta yerinde yerlerini alırlar. Her birisi Önder Apo’nun etrafında birleşen bir militan, bir devrimci, Türkiye ve Kürdistan devrimini omuzlayacak olan bir önderdir… Her birisi aynı zamanda birer havari…
1976’ya geldiğinde Apocu grup Kürdistan’a dönüş kararını alır. Grup artık Kürdistan’a yerleşecek, orada örgütlenecek, devrimin merkezini Kürdistan olacak biçiminde bir çalışmayı önüne koyar. Grubun ana çekirdeğini oluşturanların her birisi Kürdistan’ın bir şehrine gidip örgütleme çalışmalarını orada yapacak şekilde görev paylaşımı yapar.
Haki Karer önce Batman’a, daha sonra Antep, yani Dilok’a gider. Haki Karer artık Dilok’ta çalışmaların başında faaliyet yürütmektedir. Tektir ve yalnızdır. Her şeye sıfırdan başlayacak, deyim yerindeyse devrimsel olanaklarını yoktan var edecektir. Cebinde ekmek parası, bir tek battaniyesi, barınacak evi, geceleri uyuyacak bir mekânı dahi yoktur… Elinde aldığı çantasıyla Ankara’dan Batman’a, oradan da Antep’e gelmiştir, o kadar… Her şeyi kendisi yaratacak ve özgürlük çalışmalarını sürdürecektir…
“Sızlamak, yakınmak, birilerine kızmak, öfkelenmek, yok! Devrim işi böyledir, hele bu devrim Kürdistan devrimiyse bu daha da böyle olacak” der ve ilk işi bir iki sempatizan bulmak olacaktır. Ve bulduğu bir iki sempatizanla Antep’te başlar çalışmasına. Gece ve gündüz demeden öğrenci-gençlik arasında çalışır. Gün gün, saat saat, dakika dakika örgütleme çalışmasını, ideoloji faaliyetleri yürütürken, faşistlere karşı bazı eylemsel etkinliklerde de bulunur. Yani hem işin pratiğini hem de onun ideolojik ve düşünsel çalışmalarını birlikte yürütür. Geçimini sağlamak, kira parasını bulmak, iaşe bedelini karşılamak için de belli saatlerde hamallık bile yapar…
Haki Antep’te artık tanınan bir sima, sol gruplar içinde belli ağırlığı olan, ideolojik ve politik çalışma ve tartışmalarda sözü geçen bir devrimci olarak öne çıkar. “Apocular Antep’in her mahallesinde, her dernek ve kahvesinde gençlerle tartışıyor, sohbet ediyor, diğer gruplarla yoğun bir ideolojik mücadele yürütüyor” tarzında yapılan propaganda kısa sürede her yere yayılır. Çığ gibi büyüyen, gittikleri yerlerde örgütlenerek büyüyen, gençleri, kadınları örgütleyen, tuttukları evlerde eğitim çalışmalarını yürüten Apocular, artık devlet, sosyal şovenler, ilkel milliyetçiler için, kısacası hem devlet hem de diğer tüm sahte Kürtçü ve solcular için bir tehlike konumuna gelecek kadar örgütlenirler…
Ve Antep’teki çalışmaların başında Haki Karer’in olduğunu bilen devlet, tehlike konumuna gelen Apocuları frenlemek, mümkünse tasfiye etmek ve bitirmek için harekete geçer. Bunun yöntemi de korkutmak, korkutabilmek için de önde gelen birkaç kadroyu vurmak… Yol bulunmuştur, önde gelen kadroları öldürmek! Hedef Haki Karer’dir. Vuracak tetikçiler de ajan-provokatör, “Beşparçaçılar” olarak adlandırılan “Sterkasor” grubunun lider konumunda olan Alaattin Kapan’dır. Devlet bu gruba görev vererek Hakki Karer’i öldürmek ve onun şahsında Antep’te korku salmayı planlamaktadır.
18 Mayıs 1977 tarihinde yapılan bir ideolojik tartışmanın ardından “Sterkasor” adı altında örgütlenen ajan grubundan yer alan bazı kişilerin saldırısı sonucu şehit düşen Haki Karer Apocuların ilk şehitlerden birisi olarak tarihe geçer…
Haki Karar’in şahadeti öylesine bir şahadet durumu değildi. Çok kapsamlı ve büyük bir planın sonuçlarından birisiydi. Apocu hareketinin tasfiyesi temelinde gerçekleşen şahadet olayına karşı bir o kadar da Apocu refleks ortaya çıkar. “Madem tasfiye edilmemiz hedefleniyor, o zaman biz de daha ileri bir hamleyle hem Haki Karer’in anısını yaşatalım hem de daha büyük bir örgütleme sürecine girelim” diyen Önder Apo, mevcut ideolojik politik çizgiyi ve oluşan ideolojik grubu bir parti hareketi haline getirmeyi ve böylece Kürdistan Özgürlük mücadelesini parti öncülüğünde yürütmeyi şart kılar. Nitekim Önder Apo her zaman PKK programının ve partileşmenin Haki Karer’in anısını yaşatmak üzere verilen bir karar ve atılan adım olduğunu ifade eder. Önder Apo aynı zamanda Haki Karer’i PKK ile, PKK’yi ise Haki Karer gerçekliği ile ifade eder. Bu bağlamda “PKK aynı zamanda şehitler partisidir” diyerek şehitlerin ne kadar anlamlı ve her şeyin yaratıcıları olduğunu vurgular…
Türk devleti, PKK’yi tasfiye etme planını Haki Karer ile sınırlı tutmaz. Kapsamlı biçimde hazırladığı planlamayı Kürdistan’ın diğer illerinde de hayata geçirir. Türk devleti kirli ve karanlık planını bu kez feodal-derebeyi konumunda olan Süleymanlılar aşiretini kullanarak Urfa’nın Hilvan ilçesinde devreye sokar. Haki Karer’den bir yıl sonra Halil Çavgun katledilir. Bölgede sevilen sayılan, halkçı ve özgürlük çalışmasının en ön saflarında yer alan Halil Çavgun’un hedef alınması da tesadüf değildi. Artık hedef nettir, amaç kapsamlıdır: Apocu hareketin önde gelenleri ile militan konumunda olanlar öldürülecek, geri kalanlar ya sinecek ya bir kenara çekilecek, ya da kaçıp gidecekler!
Önder Apo planın farkındaydı. Türk devletinin amacını da, hedefini de biliyordu artık. “Onlar bizi korkutmak, sindirmek, gözdağı vermek istiyorlar ve hepimizi mücadeleyi bırakıp gitmemiz için bu cinayetleri işliyorlar. Her bölgede bulunan öncü kadrolarımızdan birkaç kişiyi vurup bizi yalnız ve tek bırakmak istiyorlar” diyen Önder Apo şöyle devam eder: “Haki Karer’in intikamını almak için daha büyük örgütlenmeli, daha profesyonel ve derinlikli bir iradeye ulaşmalıyız. Yani onlar bizi tasfiye etmeye çalışırken biz de onlara inat daha büyüyecek ve daha kapsamlı bir çalışmayı önümüze koyacağız…”
PKK’nin partileşeme sürecine bu konseptle gidilir. Daha fazla büyümek, daha profesyonel bir çalışmaya odaklanmak, var olan örgütleri daha bir üst düzeye çıkartmak…
Özgürlük Hareketi’nin partileşmesi, ileriki süreçte daha büyük düzeyde şehitler vermeyi göze alma anlamına da geliyordu. Çünkü partileşerek hedef büyütülüyordu. Bunun hesabını yapan Özgürlük Hareketi daha sonraki yıllarda çok daha büyük şehitler verir. Başlangıçta teorik olarak dile getirilen “Özgürlük Hareketi şehitler partisidir” ifadesi zamanla yaşamsallaşan bir olguya dönüşür. Zira partileşmek demek büyümek demekti, büyümek daha fazla çalışmak, daha fazla emek vermek, daha fazla şehit vermek demekti.
Nitekim daha sonraki gelişmeler böyle bir yaşam çizgisinde anlam bulur. 12 Eylül 1980 askeri darbesi bu gerçekliğe daha da somutluk kazandırır. Askeri cuntanın yaratılan tüm değerleri ortadan kaldırmak ve tüm devrimci birikimi ve değerleri yok etmek temelinde geliştirdiği uygulamalar karşısında sessiz kalınması düşünülemezdi. Bu faşist karşı devrimci saldırıya karşı büyük zindan direnişi ile karşılık verilir. Bu karşılık Kürdistan tarihinin en büyük direnişlerinden biri olan zindan direnişini yaratır. Mazlum Doğan, Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz, Ali Çiçek, Ferhat Kurtay ve diğer şehitlerin öncülüğünde Kürdistan devrimine giden yol tamamen açılır…
17 Mayıs 1982 Diyarbakır
Mayıs ayı kanamaya devam eder. Mücadele geliştikçe, kavga büyüdükçe, faşizm daha bir saldırganlaşarak kendi şekilsel yapısını da değiştirir. 12 Eylül askeri darbesi bunun en somut ifadesiydi.
Diyarbakır zindanında ağır işkencelerine ve bir avuç tutsağın şahsında Kürt halkını derin bir suskunluk ve karanlığa gömmek isteyen 12 Eylül cuntasına karşı Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner, bedenlerini ateşe vererek direniş geleneğinin köklerini insanlık ruhunda bir kez daha yeşertir. Ferhat Kurtay ve üç arkadaşı uzun süreden beri aradıkları yolu bulurlar. Her dördü de 17 Mayıs 1982 yılının 31. Koğuşun izbe köşesinde bedenlerini ateşe vererek tarihin en görkemli eylemlerinden birisini ortaya koyarlar. Ateşi söndürmeye kalkışan tutsaklara hitaben “su dökmeyin, ateşi söndürmeyin, bu bir eylemdir, bir direniştir, teslimiyet ve ihanete karşı geliştirdiğimiz bir tutumdur” diyerek, eylemsel çizgilerini de belirlemiş olurlar. Dörtlerin eylemi, faşizme ve sömürgeciliğe karşı büyük bir çıkışın adı olarak 5 No’lu Diyarbakır Zindan tarihine geçer. Zindan direnişini direniş yapan dörtlerin eylemi daha sonraki aylarda gerçekleşecek olan eylem ve direnişler için büyük bir ilham kaynağı olur…
Mayıs ayı bu kahraman isimlerle de ifade edilmeyecek kadar şahadetleri bağrından taşıyan bir ay olarak Kürdistan devrim tarihinde yerini alır. 2 Mayıs 1983 yılında Güney Kürdistan’da faaliyet yürüten PKK Merkez Komite üyesi Mahmet Karasungur ve PKK’nin öncü kadrolarından İbrahim Bilgin Güney Kürdistan’daki gruplar arasındaki çatışmada şehit edilir.
Aynı ay içerisinde Ozan Gurbet Aydın (Mizgin) Tatvan’da Türk sömürgeci güçleri ile girdiği çatışmada sağ ele geçmemek için bombasını kendisinde patlatarak şahadete ulaşır. Ozan Mizgin, kuşatma altında fedai ruhun nasıl temsil edilmesi gerektiğini göstererek şahadete ulaşır. Kendi ülkesine, toprağına, tarihine, diline, kültürüne yabancılaştırılmış insan gerçekliği karşısında öze dönüşü, tarihi ve toprağıyla buluşmayı, dil ve kültürünü sahiplenmenin öncü sanatçı kişiliği olur. Ozan Mizgin, kültürel soykırıma karşı tarihi bir duruştur da. Aynı zamanda Kürt kadınının özgürlüğe olan tutkusunun ve direnişçi kimliğinin sembolü olarak kadın özgürlük mücadelesine de öncülük eder. Bugün Kürdistan’da söylenen her türküde, yazılan her şiirde, onun sanatçı kişiliğinin derin izleri vardır…
Şahadet ayı olan mayıs ayı sadece Kuzey Kürdistan ve Türkiye sahasında değil, Kürdistan’ın diğer parçalarında da bağımsızlık, sosyalizm ve özgürlük için kahramanca şahadetlerin yaşandığı bir aydır.
Doğu Kürdistan’da Ferzad, Soran, Şirin, Ferhat adlı yurtseverler, İran rejimi tarafından verilen idam kararı karşısındaki onurlu ve direnişçi duruşları,devrimci duruş olarak somutluk kazanır. 9 Mayıs 2009’da İran rejimi tarafından idam edilen Ferzad, Şirin, Ferhat, Soran’ın, idam sehpası önünde sergilediği direniş, Amed zindan direnişinin Doğu Kürdistan’daki temsili olur. Rojhılat’ta yükselen özgürlük mücadelesi, bu şehitlerin direnişi ve onurlu duruşlarıyla daha da belirleyici olur.
Özgürlük mücadelesi için kendisini feda eden ve Güney Kürdistan kadınının özgürlük mücadelesinde direniş mirasına adını veren Leyla Kasım’ın, Baas faşizmi ve gaddar Saddam Hüseyin rejimi tarafından idam edilmesi yine mayıs ayında gerçekleşir. Leyla Kasım cellâtlar karşısına çıktığında henüz 22 yaşındaydı. Saddam rejiminin Kürtlere uyguladığı katliam ve soykırımı dünyaya duyurmak için büyük bir eylemin peşindeyken yakalanır, işkencelerden geçirilir, çıkarıldığı uyduruk bir mahkeme tarafından idama mahkûm edilir. Leyla idama çarpıtılırken cellâtların gözlerinin içine bakarak “benim ölümüm halkımın uyanışı olacak ve şunu bilin ki beni öldürün, fakat şu gerçeği de bilin ki benim öldürülmemle binlerce Kürt uyanacak. Ben Kürdistan’ın özgürlüğü yolunda canımı feda ettiğimden dolayı sevinç ve gurur duymaktayım” diye haykırır.
Leyla idamdan kısa bir süre önce annesiyle görüşürken şunları söyler: “Güzel annem; tasalanma, ben bir dava insanıyım artık. Kürt halkı ve Kürdistan için savaşıyorum. Dün Saddam ve beraberinde bir grup buraya geldi. Beni kandıracağını, ilkelerimden taviz vereceğimi zannediyordu. Hatta mücadeleden vazgeçmem için maddi tekliflerde bulundu. İstediğim okullarda öğretmenlik yapabileceğim vaadinde bulundu. Fakat ben bunları kabul etmeyecek kadar onurlu olduğumu, halkımı satmayacağımı söyledim. Kendimi Kürt ve Kürdistan davasına adadığımı, bu mücadele uğrunda idamı onurla karşıladığımı söylemem üzerine çılgınlaşan koca Saddam’ın ne kadar zavallılaştığını gördüm. Anne bizim ölümümüzle binlerce Kürt insanı uyanacak, özgürlük bayrağımız dalgalanacak. Ben öldüğümde üzülmeyin, saç örgülerimden bayrak yapsınlar…”
Sadece bu büyük şahadetler de değil yüzlerce Kürdistan Özgürlük ve Türkiye devrim savaşçısı mayıs ayında şahadete ulaştı. Tüm bu şahadet gerçekliği ve kahramanca direnişler nedeniyle mayıs ayı bir şahadet ayı olarak her zaman olduğu gibi, bugün de Kürdistan ve Türkiye devrim mücadelesinde ışık tutmakta, demokrasi, sosyalizm ve özgürlük mücadelesine yön vermektedir. Özgürlük Hareketi bu gerçeklik karşısında 18 Mayıs şehitler günü ve mayıs ayı ise şehitler ayı diye adlandırır…
Yaşanan her şahadet karşısında Kürdistan ve Türkiye devrimci hareketleri sosyalizm ve özgürlük mücadelesini yükselterek ve her şehidin anısına bir hamle gerçekleştirerek cevap vermeyi esas alan bir bilince ulaşır. Bu anlamda Kürdistan ve Türkiye devrimci hareketleri aynı zamanda birer şehitler partisi ve hareketi olarak bu gelenek üzerinden evrensel bir çizgi haline ulaşmayı hedefler.
Onlar, teker teker vuruldular, gruplar halinde dağ başında kurşuna dizildiler, idam sehpasında son nefeslerini verdiler, işkencehanelerde vahşice katledildiler, ama asla boyun eğmediler, diz çökmediler, bir tek milim geri adım atmadılar. “Bizi vurabilir, kurşuna dizebilir, kalleşçe pusuya düşürebilir, idam edebilir, işkence ile fiziki olarak öldürebilirsiniz, ama ruhumuzu, düşünce ve ideallerimizi asla öldüremezsiniz” diyerek, taşıdıkları onur bayrağını ardıllarına teslim ettiler…
Onlar, Türkiye ve Kürdistan halklarının beyninde inşa edilen korku karakollarını yıktılar, emekçileri bilinçlendirdiler, köylüleri aydınlattılar, öğrencilere-kadın ve işçi sınıfına devrim ruhunu aşıladılar; Kürdistan halkına ruh, bilinç, cesaret ve özgürlük tohumu oldular. Onlar Türkiye ve Kürdistan devrimleri için canlarını, ruhlarını vererek büyük değerler yarattılar, başka bir yaşamın, başka bir dünyanın var olduğunu kavga ve cesaret dolu pratikleriyle kanıtladılar.
Onlar Türkiye halklarının inancı, Kürdistan devriminin dili oldular…